24 Şubat 2014

Kapıdaki Büyük Savaş

Günlerdir yazılı ve görsel medyanın hemen tamamında bahsi geçen bir konu vardı, yeterli yağışların olmaması nedeniyle su seviyeleri düşen barajlar gündemi meşgul etti ve meteorologlar ve hava tahmin uzmanları medya organlarında sıklıkla ülkemiz için ciddi bir ‘’kuraklık’’ uyarısında bulundular.


Belki bugünlerde yaşamakta olduğumuz bu kuraklık da geçici ve dönemseldi, ancak haklıydılar.

Hepimizin malumu, hızla kentleşiyoruz. Şehirler, kırsal bölgelerden çeşitli nedenlerden dolayı her yıl milyonlarca göç alıyor ve giderek daha da kalabalıklaşıyor. Bu kentlerde yaşayan insanların sayılarının artmasıyla beraber temiz su ihtiyacı ve yağış olmayan dönemlerde de oluşan su sıkıntısı da buna paralel ve doğal olarak sürekli artmakta.

Son zamanlarda, genel anlamda ve özellikle de temiz su kaynakları bakımından zengin olarak tanımlanan ülkemizde de artık su konusunda önemli sıkıntılar yaşanmaya başladı. Şu an için çok ciddi denecek boyutta içme suyu ihtiyacında pek sıkıntı yaşanmasada, ülke topraklarının bir bölümünde tarım amaçlı su ihtiyacı noktasında ciddi sıkıntıların yaşandığı ve ‘’kuraklık’’ uyarıları yapılacak boyuta gelindiği artık çok net görülmekte.

Bir yandan haklı stratejik nedenlerle iktidar tarafından 3 çocuk tavsiyeleri yapılırken, diğer yandan bu tavsiyeye uyulsa da uyulmasa da nüfusumuz zaten sürekli artmakta. Gelecek 35-40 yıl içinde nüfus artışının %50′lik bir artış göstermesi uzmanlar tarafından beklenirken, buna paralel su tüketiminde de 3 katlık bir artış olacağı tahmin ediliyor.

Elbette su sadece tüketimle azalmıyor. Bu anlamda, örneğin küresel iklim değişikliği süreci ve bu süreç içinde hepimizin de bugünlerde fark ettiğimiz gibi yağışlardaki düzensizlikler, temiz su dediğimiz kullanılabilir suyun artışında veya azalışında önemli etkilere sahip olmakta. Küresel iklim değişikliği ile beraber bazı bölgelerde su miktarının artışı bazı yerlerde ise azalması, yani bir dengesizlik de söz konusu.


Diğer yandan buzulların erimesi ve bu buzullarda hapsolmuş önemli miktardaki kullanılabilir temiz suyun tuzlu suya, yani denizlere karışması da var olan sorunlarımıza bir yenisini daha ekliyor. Tüm bu genel bilgiler ışığında Dünya Meteoroloji Örgütü 2025 yılında dünya nüfusunun %66′sının su sıkıntısı çekeceğini ön görerek bazı resmi açıklamalar yapıyor.

ABD, Hindistan, Çin gibi ülkelerde tarımda yapılan aşırı sulamalar sonucu her yıl bu tarım alanlarının olduğu bölgelerde yer altı su kaynaklarının 1 Metre azaldığı da biliniyor.

Geçtiğimiz günlerde açıklanan, NASA'nın 2003-2010 yıllarına ait uydu görüntüleri de Ortadoğu'da büyük miktarda içme suyu kaybı olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta Dicle ve Fırat nehirleri havzalarının bulunduğu bölgede su rezervlerinde 144 kilometreküplük azalma tespit ederek, tatlı su depolarındaki toplam kaybın Lut Gölü büyüklüğünde olduğunu belirtiyorlar.

Öte yandan Aralık 2012 de CNN’de yer alan bir habere göre, iki yıl kadar önce, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından talep edilen ve tamamlanarak, su güvenliği konusunda Ulusal İstihbarat Tahmini başlıklı çok gizli bir raporda, yoksulluk, sosyal gerilim, zayıf liderlik ve zayıf hükümetler ile birlikte sel, az ve kalitesiz su, devletlerin başarısızlığı gibi etkenlerin istikrarsızlığa katkıda bulunacağı belirtilmiştir.

Federal İstihbarat teşkilatlarının ortak görüşünü yansıttığı söylenen raporda, çarpıcı açıklamalara yer verilerek, su ve su kaynaklarının önümüzdeki 10 yıl içinde devletler arasında gerilimler yaratabileceği, ulusal ve küresel gıda piyasalarını bozacak tehditler oluşturabileceği, ancak 2022 yılından başlayarak özellikle Güney Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da su kaynaklarının bir savaş yada terör aracı olarak kullanabileceği vurgulanmıştır.


Dünya Bankası’nın 2012 yılında Doha'da düzenlenen iklim zirvesinde, gelecek yıllarda Ortadoğu ile Kuzey Afrika'nın bazı bölgelerinde su eksikliğinin başlıca sorun haline gelebileceği konusunda uyarıda bulunduğunu da hatırlamakta fayda var.


Yine Dünya Bankası’nın iklime ayrılan Dünya Kalkınma Raporu 2010 yayımlandı, raporda dünyada ısı artışı tehlikesine dikkat çekilirken, "Kuzey Avrupa kentleri yüzyılın ortasında Akdeniz iklimine hazır olsun" denilmiş, tehlikeyi sergileyen haritada da örnek olarak İstanbul’un 40 yıl sonra güneyde yer alan Karaman’ın iklimine sahip olacağı gösterilmiştir.


Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) açıkladığı “İnsani Gelişme Raporu 2006, Kıtlığın Eşiğinde, Güç, Yoksulluk ve Küresel Su Krizi” adlı raporda ise Türkiye gibi komşularıyla orantısız akarsu zenginliğine sahip ülkelere kriz uyarısı yapılmıştır.



Aynı raporda Türkiye arsenik zehirlenmesi olasılığı bulunan ülkeler arasında gösterilirken bu konuda da uyarıda bulunulmuş ve “Eşitsiz güç ilişkileri güvenin altını oyma etkisi yapabilir” denilmiştir. Raporda, su konusunda çıkabilecek krizlerin üstesinden gelecek liderlere değinilirken, “Ulusal çıkarları dengeler bir şekilde rakip iddiaları büyük bir sorumlulukla yönetmek yüksek nitelikli siyasi liderlik gerektirir” denilmiştir.

Şimdiye kadar savaşların bilinen en önemli sebeplerinden biri hep enerji kaynakları ve özellikle de bu anlamda petrol söz konusu olmuştur. Peki ya bundan sonra ?

Aslında biraz dikkatlice bakarsak bugüne dek gerçeklşen birçok uluslararası anlaşmazlıkların geri planında suyun da olduğunu görüyoruz.

Örneğin İsrail, Batı Şeria'nın kontrolünü ele geçirdiği 1967'den beri, Filistinlilerin burada kuyu açmasını engellemiştir ve bunu, zaten çok kullanılan yeraltı sularını korumak için gerekli bir uygulama olarak açıklayagelmiştir. Bu her ne kadar pratikte doğru olsa da İsrail’in bu korumaya kendisinin uymayarak suyun büyük bir kısmını aldığı ve Filistinlilerin kullanımını yasakladığı bilinmektedir. Yine İsrail'in Ürdün ile ilişkileri, ülkenin önemli su kaynağı olan Ürdün Nehrini kullanma talebi nedeniyle bozulmuştur. Hatta eski Başbakan Ariel Saron'un anılarında, 1967'deki Altı Gün Savaşları'nın toprak için olduğu kadar Ürdün nehrini kullanmak için olduğu da yazılmıştır.


Peki İsrail, Golan tepelerine askeri gerekçelerden çok nehrin çıkış yeri yani kaynağı olduğu için tabiri caizse ‘’konmamış’’ mıdır ?

Peki ya ;

Çin ve Hindistan’ın Bramaputra Nehri üzerindeki anlaşmazlıkları ? Ganj Nehri nedeniyle Hindistan ve Bangladeş arasındaki sorunlar ? Etiyopya ve Mısır’ın Nil Nehri dolayısıyla yaşadığı sorunlar ve Mısır’ın ve Sudan’ın, nehirden su aldı diye Etiyopya’ya zaman zaman savurdukları savaş tehditleri ?

Ya Kırgızistan ve Tacikistan halkını kışın sıcak tutan hidroelektrik santrallerinin, pamuk tarlaları için suya ihtiyacı olan Özbekistan ve Kazakistan'ın su ihtiyacını engellemesine ne demeli ?

Ya Türkiye ? Ya bizim Fırat ve Dicle nedeniyle güney komşularımızla ileride karşılaşmamız çok muhtemel sorunlar ?

BM teşkilatının verilerine göre, 10 yıl sonra dünyadaki insanların %45’i keskin şekilde tatlı su sıkıntısı yaşıyacak.

Bunca şeyi niye mi anlattım bunca yoğun gündem içinde ?

Yanıtlayayım ;.

Bir yanda ciddi bir kuraklıktan bahsederken, diğer yanda vatandaşlara ‘’korkmayın susuz kalmayacaksınız’’ demek seçimlere gidilen bir ortamda belki siyaseten bir artı kazandırabilir ancak bu ‘’iyi haberi’’ verirken bir yandan da, hali hazırda toplumda bir kuraklık algısı oluşmuşken, en önemli eksiklerimizden biri olan tasarruf bilincini geliştirmek adına, fırsat bu fırsat diyerek, ‘’su tasarrufu’’ önererek bir takım tedbirler de alınıp açıklansa çok daha doğru olmaz mıydı ?


Suyun ve tasarrufunun hayati önem ve kıymetini, illaki su savaşları birgün kapımıza dayandığında mı anlamamız gerekiyor ?

Hoş Kalın
24 Şubat 2014
@cngzkync

14 Şubat 2014

Demirtaş’ın Özerklik Kelamı

Bir kaç gün önce Diyarbakır’da BDP Eş Başkanı Demirtaş’ın ‘’özerklik’’ kelimesini içeren konuşması sonrası toplumun bir kesiminde yine gereksiz ve anlamsız bir telaş ve daha açıkçası yaygara kopartılınca, aklıma 26 Mart ve 25 Temmuz 2012 de ‘’özerklik’’ konusunu ele aldığım yazılarım geldi ve o yazılarımda ifade ettiklerimi yeniden hatırlatma gereği duydum.

Ne demişti Demirtaş son konuşmasında ? Önce Diyarbakır’da yaptığı uzun konuşmasının tartışmalara ve yaygaraya sebep olan bölümünü hatırlayalım ;

“Burada asıl inşa edilecek şey kültür merkezleri değil, asıl inşa edilecek şey demokratik özerkliktir. Halkın kendini yönetebilme anlayışı, mekanizması, sistemidir… Yapacağımız iş anayasaya, yasalara aykırı bir iş de değildir. Son derece meşru, haklı temellere dayanan, bir halkın kendini yönetme kendi diliyle, kültürüne yaşama hakkına sahip çıkma meselesidir. İşte BDP'li belediyeler bütün bu hizmetleri her yerde hayata geçirecektir..."

Şunu da hatırlayalım, Temmuz 2012 de Akşam gazetesinde yer alan bir habere göre, Ak Partili bir grup milletvekili Yerel Yönetim Reformu konusunu tartışmaya açmak üzereydi ve Valilerin yetkilerinin azaltılması söz konusuydu, ayrıca il genel meclisi ve ilçe belediyelerinin kaldırılması ve her ilin sadece tek bir belediye başkanı ve tek bir yerel meclisle temsil edilmesi gibi konular da tartışmaya açılacaktı..

Yukarıda bahsettiğim çalışmalarla ilgili hangi mesafeler Ak Parti tarafından kat edildi bilmiyorum, ancak bilinen bir gerçek var ki o da çağdaş ve demokratik değerler olarak bizden genel anlamda ileri olduğu kabul edilen AB (Avrupa Birliği) ye dahil olabilmek için yıllardır boğuşup durduğumuz.

AB ye girmeli mi girmemeli mi konusunu ayrı ve daha kapsamlı bir tartışma konusu olarak, bir kenarda saklı tutarak ''Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'' konusuna yeniden değinelim.

Türkiye bu şartı 1988 'de imzalamış ve 1992 'de Bakanlar Kurulu tarafından onaylamış, daha sonrasında ise 1 Nisan 1993 tarihinde yasal olarak yürürlüğe sokmuştur. Burada hemen belirtmek gerekir ki Türkiye o şartın bazı maddelerine imza atmamış ve bazı çekinceler olduğunu düşünerek ''Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'' na bir nevi şerh koymuştur.

Bizim de on yıllardır üyesi olmak için çırpındığımız AB'deki tüm ülkelerde, halkın yönetime daha doğrudan katılmasını sağlayan ve halka en yakın birimler olan yerel yönetimler, zaten geliştirilmesi ve daha özerk kılınması gereken kuruluşlar olarak görülmektedir.

Bu yüzden AB nin ortaya çıkardığı ilkelerin, bu kuruluşları yönetimin temel taşı yapmayı amaçlayan ilkeler olduğu bilinir. ''Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'' da, temelde yerel yönetimleri daha ''özerk'' kılmayı amaçlayan ülkemizin de imzaladığı bir sözlesme olarak, bizim yerel yönetimlerimizi de elbette doğrudan ilgilendirmektedir. Ben de işlevsel açıdan en önemli birim olan belediyelerin gelişmesi için daha ''özerk'' yapılara kavuşturulmasının ülkemiz için oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

Evet BDP’nin uzunca bir süredir, hatta daha Çözüm Süreci gündemde dahi değilken kullandığı ve sıklıkla dile getirdiği siyasi söylemlerinden biri de ''özerklik'' konusudur. BDP de Türkiye devletinin imza ettiği bu konuda aynı görüşte diye hemen hesapsızca bu konuya karşı duruş mu göstermek gerekiyor ?

Bazı şerhlerle de olsa ki aşağıda o şerhleri de bilginize ileteceğim Türkiye devletinin altına bizzat imza koyduğu bir şarta, sonuçta bu ülkenin bir siyasi partisi olan BDP nin de sahip çıkmasından ve bunu dile getirerek bir an önce istiyor olmasından, toplum olarak memnuniyet duyulmasından başka daha doğal ne olabilir ki ?

Bugünlerde Kürt Sorunu ile ilgili bir Çözüm Sürecinden de bahsediliyorken, ''Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'' konusunda Türkiye’nin ilerleme kaydetmesinin oldukça önemli olduğunu da bu vesile ile yeniden belirtek isterim. Peki bu konuda ilerleme kaydetmek zor mudur ? Hayır hiç de zor değildir, şartın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanun maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, Bakanlar Kurulu kararıyla bütün çekincelerin kaldırılması mümkündür.

Konuyu hem herhangi bir siyasi partinin siyasi söylem tekeli haline gelmesinden kurtarmak için, hem de AB standartlarında bir ülke olmak gibi bir hedefimiz var ise, bu hedefler için gerekeni eksiksiz yapmak gereklidir. Yok eğer böyle bir niyet ve hedefimiz yoksa, o halde on yıllardır ne işimiz var bu AB kapılarında ?

Velhasıl kelam, Demirtaş’ın ‘’özerklik’’ kelamı içeren sözlerinden hareketle abuk subuk bir yaygara koparmak hem mantıksız hem de artık ortak akıl dışı bir tepkidir.

Ha yaygara kopartırken derdiniz yine topluma saçma sapan ‘’bölünme’’ korkularını pompalamak ise o başka tabi...


Hoş Kalın
14 Şubat 2014
@cngzkync


BİLGİ NOTU:

Türkiye'nin İmzalamadığı Maddeler:

*Yerel makamları doğrudan ilgilendirilen planlama ve karar süreçlerinde kendilerine danışılması (Madde 4, Paragraf 6)
*Yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerin kendilerince belirlenmesi (Madde 6,Paragraf 1),
*Yerel olarak seçilmis kisilerin görevleriyle bağdasmayacak islev ve faaliyetlerinin kanun ve temel hukuk ilkelerine göre belirlenmesi (Madde 7,Paragraf 3),
*Vesayet denetimine ancak,vesayetle korunmak istenen yararlarla orantılı olması durumunda izin verilmesi (Madde 8, Paragraf 3)
*Yerel yönetimlere kaynak sağlanmasında hizmet maliyetlerindeki artısların mümkün olduğunca hesaba katılması (Madde 9, Paragraf 4)
*Yeniden dağıtılacak mali kaynakların yerel makamlara tahsisinin nasıl yapılacağı konusunda, yerel yönetimlere önceden danısılması (Madde 9,Paragraf 6)
*Yapılacak mali yardımların, yerel yönetimlerin kendi politikalarını uygulama konusundaki temel özgürlüklerini mümkün olduğu ölçüde ortadan kaldırmaması (Madde 9, Paragraf 7)
*Yerel yönetimlerin haklarını savunabilmeleri için uluslararası yerel yönetim birimleriyle isbirliği yapabilmeleri, uluslararası birliklere katılabilmeleri (Madde 10, Paragraf 2 ve 3),
*Yerel yönetimlerin iç hukukta kendilerine tanınmıs olan yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna basvurabilmeleri (madde 11),

Kaynak: Çağdas Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, Ocak, s.3-13 (Enis Yeter, 1996:10-11)

8 Şubat 2014

Öcalan 1999 ve Çözüm Süreci

Birkaç gündür Öcalan’ın 1999 yılında istihbarat yetkilileri ile yapmış olduğu görüşmelerin bazı video kayıtları dolaşıma servis edildi. Servis edilen iki videoya baktığımızda, Öcalan'ın yakalandıktan sonra Albay Hasan Atilla Uğur'un yaptığı sorguya dair yayınlanan görüntülerin bir kes yapıştır derlemesi şeklinde, montajlanarak hazırlandığı görülüyor. Montaj derken kast etmeye çalıştığım yayınlanan görüntülerin gerçek olmadığı değil, belli bir algı yönetimini hedefleyerek kurgulandığına dikkat çekmek elbette.

Görüntülerin yayınlanmasından sonra oluşturulmak istenen hedef algının, Öcalan’ın öncelikle ve özellikle Türkiyeli Kürtler nezdinde itibarsızlaştırılması olduğu çok net görülebiliyor. Öcalan’ın Kürtler nezdinde itibarsızlaştırılması ve sonrasındaki ana hedefin ise devam eden Çözüm Süreci olduğunu söylemeye belki de hiç gerek yok.

Peki sadece Öcalan’ın 1999 yılına ait görüntüleri ile bu itibarsızlaştırma hedefli algı çalışmasının yapılması tek başına ana hedef olan Çözüm Sürecini bertaraf etmeye yeterli olabilir mi ? Türkiyeli Kürtlerin genel anlamda Çözüm Sürecine kararlı desteğini kırmak sadece bu görüntüleri servis etmekle mümkün olabilir mi ?

Yukarıdaki iki soruyu cevaplamak için Öcalan’a dair yayınlanan görüntülerin öncesinde kaleme alınan şu makalelerdeki ifadeler görüntülerin yayınlanmasından önce yazılmış olmaları nedeniyle dikkatimi çekti, birlikte bakalım.

T24 web sitesi yazarı Sayın Nuray Mert 30 Ocak 2014 tarihli makalesinde şunları yazmış;

‘’ Kürtler için yolun sonu böyle mi olacak ? Bir ülkeyi otoriterleşme üzerinden derin bir krize sürükleyen bir siyasi aktör, bu saatten sonra barışın, çözümün aktörü olabilir mi? Buna ikna olmamızı nasıl beklersiniz ?’’

Zaman Gazetesi yazarı Sayın İhsan Dağı 04 Şubat 20114 tarihli makalesinde Kürtlere seslenerek şunları yazmış;

‘’Otoriterleşen bir Türkiye’de Kürtler özgür olabilecek mi? Demokrasisiz, hukuksuz, zorba bir devlet Kürt sorununu çözecek, öyle mi? Ya Kürt siyasal hareketi saf ya da başka bir stratejik akıl işliyor’’

T24 web sitesi yazarı Sayın Hasan Cemal 04 Şubat 2014 tarihli makalesinde şu ilginç soruları sormuş;

‘’Kürtler, Tayyip Erdoğan’la anlaşıp Türkleri satacaklar mı?..Veyahut: Öcalan, Erdoğan’la Kürtlerin hakları ve kendi geleceği ile ilgili olarak uzlaşmaya varıp, Türkleri demokrasi konusunda satışa getirebilir mi ?’’

Örnek olarak paylaştığım üç farklı makalede Çözüm Sürecinin, sürecin Kürt tarafının ve Kürt tarafı adına Öcalan’ın bir manada ‘’yanlış yolda ve hatalı’’ olduğu vurguları benim dikkatimi çekti.

Bunlar ve buna benzer yazıların arkasından gelen görüntüler belli bir sistematiğin sonucu mudur, yoksa tamamen tesadüf eseri mi böyle bir kronoloji kendiliğinden oluşmuştur elbette net olarak bilmek mümkün değil, açıkçası ben böyle bir şeye inanmayı da istemem, bana ilginç geldiği için sizlerle de paylaşmak istedim.

Unutmadan, bu örneklemeleri yaparken burada birilerini haddimizi aşıp suçlamaya da kalkışmayacağız elbette, üstelik her yazarın görüşünü özgürce dile getirme hakkına da sonuna kadar saygı duyarak, yazılanları yanlış anlamış olma ihtimalimizi de saklı tutarak, takdiri kamuoyu vicdanına bırakmak en doğrusu olacaktır ve biz de öyle yapalım. Öyle ya hayat tesadüflerle dolu....

Peki, yayınlanan iki videoda Öcalan’ın ifade ettikleri, daha ilk teslim alındığında uçakta Türkiye’ye getirilirken ifade ettikleri ile tamamen farklı anlamda ifadeler miydi ? Öcalan’ın ‘’devlet için hizmet etmeye hazırım’’ sözlerini zaten tüm Türkiyeliler, ve algı yönetiminin asıl hedefinde olan Kürtler daha ilk günden duymamış ve bilmiyorlar mıydı ? Peki ya Öcalan’ın mahkemede ifade ettikleri ile herhangi bir farklılık var mıydı ki ? Bu soruların bendeki cevabı tereddütsüz ‘’hayır’’...

Birileri hala anlamasa veya anlamak istemese dahi yeri gelmişken ifade etmek isterim ki, Kürtler artık eski günlerdeki gibi kapalı devre dünyadan ve gelişmelerden habersiz yaşayan apolitik bir toplum asla değil ve Kürtler tıpkı diğer Türkiyeliler gibi esaslı bir toplumsal hafızaya, bilince, deneyime sahip ve iyi siyaset yapabilen, ortak akıl ile hareket eden bir toplum haline gelmiş durumda.

Kürtlerin, Çözüm Sürecini bitirmek adına Erdoğan’ı anti demokratik yollarla devirmeye çalışanların da farkında olduğu, diğer yandan Erdoğan’ı bu yollarla deviremeyenlerin son günlerde bu sefer Öcalan’ı yine aynı amaca ulaşmak için hedefe koyduğunun da farkında olduğu açıkça görülmektedir.

Kürtlerin Çözüm Sürecinin bitirilmesi amacıyla, Öcalan’ın itibarsızlaştırılması amaçlı algı operasyonuna cevaz vermediği ve Çözüm Süreci karşıtlarının bu operasyonunu da başarısızlığa uğrattığı açıkça görülmüştür.

Çözüm Sürecinin başarıyla atlattığı bu son operasyona rağmen, son dönemde yoğunlaşan şekilde, anti demokratik yollarla iktidar isteyen başta çözüm süreci karşıtı, elitist bürokratik kadro hareketi cephesinin gayet planlı programlı çalıştığını, zaafiyetlere yakalanmamak adına unutmamakta fayda görüyorum....

Son birkaç kelam da Çözüm Süreci’nin varlığı ve devamının sadece partiler ve liderler eksenli olduğunu iddia eden ve sadece mevcutlar var oldukça var olabileceğini düşünenlere..

1-) Çözüm Süreci çoktan liderler ekseninden çıkmış ve halkların eksenine girmiştir.
2-) Süreci şu an yöneten tarafların başlangıçta ve devamında halen gösterdikleri kararlık elbette yadsınamayacak takdir edilmesi gereken bir emektir ve toplum zaten bu emeği gösterenlere ‘’şu giderse çözüm süreci biter’’ diye tehdit edilmeden de sahip çıkacaktır.
3-) Çözüm Sürecinin oluşmasını taraflara ve liderlere dayatan en temel iradenin toplumun ortak aklının ve bu akıl sonrasında oluşturduğu haklı talebin olduğu göz ardı edilmemelidir.
4-) Çözüm Süreci liderlere endeksli bir süreç haline getirilmesi bir yandan liderleri sürekli süreç karşıtların hedefinde tutarken, diğer yandan sürecin ömrünü iktidarların ömrü ile sınırlamak gibi bir faciaya yol açabilir.
5-) Toplumun sürece olan inanç ve güveninin sarsılmaması ve kalıcı barış olarak adlandırdığımız sonuca ulaşması için, sürecin asıl sahibinin liderler değil Türkiyeli halklar olduğunun vurgulanması ülke ve toplum yararınadır.
6-) Sürecin devamı ve netice alınmasını lider veya parti endeksli düşünenler, yaradan muhafaza herhangi bir liderin başına bir şey gelmesi veya bir partinin iktidardan gitmesi, iktidarın değişmesi durumunda, hadi bakalım çözüm süreci bitti emekler çöpe deyip Türkiye’ye yeniden savaş mı vaadediyorlar ? Yoksa sadece partizanca bir güdüyle ve ısrarla mı artık topluma ait olan, belki de bir devlet projesi halindeki süreci bir kişi veya kurumun varlığına bağlıyorlar ?!

Şimdilik bu kadar...

Hoş Kalın
08 Şubat 2014
@cngzkync