29 Ocak 2013

Amansız Hastalık


Geçenlerde bir Kürt arkadaş ile buluştuk. Bir çay bahçesinde oturalım sohbet edelim dedik, epeydir görüşmemiştik. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, özleşmiştik.

Bu bahsettiğim Kürt arkadaşım, Türkiye’de hatırı sayılır bir üniversiteden mezun olmuş, üniversite sonrası doktora eğitimini ABD de Uluslararası İlişkiler branşında tamamlamıştı. Yakında Profesör ünvanını da almak üzere olan hakikaten gayet zeki ve bilgili denilebilecek bir arkadaşımdı.

Ne yazık ki bu sevgili arkadaşımın daha ilk tanıdığım yıllardan beri devam eden bir rahatsızlığı vardı. Sohbet ettikçe gördüm ki, hastalığı o ilk halinden daha beter bir hal almış ve iyiden iyiye kronikleşip, kötü bir hal almış ve tüm benliğini sarmıştı.

Bir araya her geldiğimizde bu Kürt arkadaşımın hastalığına belki bir faydam olur diye ben defalarca üzerime düşeni yapmaya çalışmış, aklıma gelen her yolu denemiştim. Pek başarılı olamasam da vicdanen rahatım...
Biliyorum merak ettiniz ve nedir bu Kürt arkadaşının hastalığı diye belki de bu satırları okurken içinizden bana sorup duruyorsunuz.

Tamam söyleyeceğim ...
İşte söylüyorum o korkunç hastalığı...

Size bahsettiğim bu Kürt arkadaşım var ya, o Kürt arkadaşım daha onu tanıdığım ilk yıllarda ‘’Milliyetçilik’’ adında bir hastalığa yakalanmıştı.

İnatçı bir Kürt Milliyetçisi olarak çıkmıştı karşıma o yıllarda.

Kürt olduğu için onur ve gurur duyardı, Kürt olmakla övünürdü.

Çok fazla önemsemiyordum açıkçası, bu durumu eh idare edilebilir geliyordu.

Şimdi ise hastalığı daha da ilerlemiş ve ‘’ırkçı’’ olup çıkmıştı.

Artık Kürt olanları diğer tüm etnik kimliklerden üstün ve ayrıcalıklı görüyordu.

Konuşmasının bir yerinde bana, bence sende Kürtsün, senin doğduğun ve bulunduğun bölgede yaşayanlar aslında Kürt olanların yaşadığı bölgelerden gelen insanlar, oraya bilmem ne Kürt aşireti/boyu yerleşmiş vs demesin mi ?...

Yuh artık dedim içimden...

Arkadaşımın ‘’milliyetçilik’’ hastalığı ilerlemiş ve amansız ‘’ırkçılık’’ hastalığına dönüşmüştü.

Dayanamadım ve sözünü de keserek, onca yıllık arkadaşlığımıza binaen biraz da sert bir ifade ile ona şunu sordum...

‘’Ya sen ki ünvanın doktor olmuşsun ve yakında bir profesör olacaksın, onca mektep medrese gördün, tabiri caizse mürekkep yaladın, sen nasıl bir Kürt olmakla övünürsün ? Irkınla övünürsün ?‘’

Niye ne var bunda dedi ve yüzüme şaşırmış bir ifade ile donuk donuk baktı. Ben de sözlerime devam ettim o öyle şaşkın şekilde yüzüme bakarken.

‘’Ya Hu sen övündüğün şeyi sağlamak için nasıl bir emek harcadın ki ? Kürt olmak için ne yaptın da Kürt oldun ? Bu senin güya bir başarın mı da kalkmış utanmadan övünüyorsun ? Nasıl bir katkın var Kürt olmanda ?’’

Sen o memlekette değil de, Avrupanın bilmem neresinde doğsaydın ne olacaktın ? Yine Kürt mü olacaktın ? O zaman ne olmakla övünecektin ? Mesela Yunanistan da doğsaydın şimdi ne diyecektin ne ile övünecektin ? Yunan olmakla değil mi ?’’

Cevap verdi ...

‘’Sen Kürt olanları sevmiyorsun, o yüzden böyle konuşuyorsun, biliyorum. Belki dediğin gibi bir şans eseri de olsa ben Kürt doğdum, bu benim şansım, bununla övünürüm ve övüneceğim’’

Dayanamadım...

‘’Sen tesadüf eseri Kürt olmakla övünedur. Kürt olmakta hiç bir katkın ya da dahlin olmadığı olamayacağı gayet net olsa dahi, sen tesadüf eseri bir ırka ait olmaktan onur duymaya ve övünmeye devam et.

Kendi ırkını yani Kürdü herkesten üstün gör. Sen bu tamamen tesadüf ile onurlanıp gururlanırken yarın birileri çıkıp gayet kolaylıkla seni dolduruşa getirsin, versin çoskuyu sana ve karşına başka bir ırkı düşman diye koysun, sen de al eline silahını koşar adım marş marş düşmanını yok etmeye, vurmaya git.

Öldür o senden başka olan düşmanını ve katili ol, ya da senin gibi dolmuşa gelmiş başka bir ırkçı tarafından öldürül ve göç git bu dünyadan.

Senle aynı düşünceye sahip olan ve aynı ırkı taşıyan geride kalan diğer ırkçılar da seni hemen ‘’kahraman’’ ilan etsin.

Seni kendi kirli savaşlarına sürükleyip, sana yaptırdıkları o savaşı evlerindeki rahat koltuklarında televizyonlarında izleyen ‘’yönetici’’ ırkdaşların sen ölünce peşinden övgü dolu sözler etsin. Sana janjanlı cenaze törenleri düzenlesin.

Peki ya diğerleri ? Seni gözünün nuru bilen anan ?

Onun payına düşen belli, o oturup arkandan ağlayacak, sadece anan yetmez baban da ağlasın, kardeşlerin ve diğer sevenlerin de ağlasın.

Sen kendini hep diğer insanlardan üstün gör, üstün gör ki seni birileri ölüme yani savaşa dilediklerinde güle oynaya gönderebilsin.

Sen bu kafayla gidersen sonun bu sevgili arkadaşım...
Övün ki övündüğün tesadüfi kimlikle bir gün ölesin.
Öl ki anan ağlasın...

Bu sözlerim üzerine arkadaşım bana, amma da abarttın dedi.. belki de yazımı okuyan sizlerden bazıları da bu ''abarttın'' düşüncesine dahildir.. olsun

Ona cevaben...

‘’Ne abartacağım, kaldır kafanı da bak dünyaya, insanlar hangi gazla savaşlara çatışmalara sürükleniyor ve ölüyorlar bir bak’’ dedim.

Hitler Almanya da Nazi ırkçılığı ile gaz verip Almanları savaşa sürüklemedi mi  ve kendileri dahil başka insanların da ölmelerine yol açmadı mı ? Onlar da Almanlıklarıyla övünüyorlardı değil mi ?

Peki ya diğerleri ? Hangi milletler hangi ırklarının övünçleriyle gaza getirilip koşar adım marş marş sürüklendiler savaşlara ?

‘’Ya evet de ....’’ dedi,
‘’Sus..hadi kalk gidelim’’...dedim

Kalktık çay bahçesinden..
Ayrılırken....ona
Bir gün övündüğün o ırkın için girdiğin bir savaştan ölüm haberin gelirse asla üzülmeyeceğim...
Tam tersine çok sevineceğim..
Amansız bir hastalık olan ‘’ırkçılıktan’’ öldü de kurtulup gitti diyeceğim peşinden...
........

Not : Bu notu okudugunuza göre yazımı okudunuz varsayıyorum, şimdi lütfen bir de yazıda yer alan ve koyu renkle yazdığım Kürt kelimelerinin yerine bu sefer de Türk, Çerkes, Laz, Boşnak, Arnavut, Gürcü ve aklınıza gelebilecek herhangi başka bir ırk adını koyarak okuyun.

Aman dikkat, Milliyetçilik erken teşhis edildiğinde aslında tedavi edilebilir bir hastalıktır. Ancak tabi ki ciddi tedavi gerektirir.

Bu vesile ile tüm milliyetçilik ve daha ileri safhada olan ırkçılık hastalığına yakalananlara acil şifalar dilerim.

29 Ocak 2013
Twitter : @cngzkync

22 Ocak 2013

Kürt Sorunu Tune


Geçtiğimiz gün, Başbakan Erdoğan katıldığı bir mitingde yaptığı konuşmasında : ‘’Kürt Sorunu Yoktur’’... şeklinde bir konuşma yaptı ve devamında da ‘’Kürtlerin sorunu vardır, Kürtler sorun değildir’’ diyerek vatandaşlara seslendi.

Tek başına tırnak içinde verdiğim ilk söylem dikkate alındığında, bu söylem rahatlıkla son derece dışlayıcı ve on yıllardır devam eden ‘’inkarcı’’ politikaların bir ifadesi gibi algılanabilecek kıvamda bir ifade gibi duruyor.
Ancak bu ilk ifadenin devamında dile getirdiği söylem ise Başbakan’ın ‘’Kürt Sorunu Yoktur’’ derken aslında neyi kastetmek istediğinin bir açıklaması niteliğinde. Bu iki ifadeyi tek ve bütün bir ifade olarak düşündüğümüzde, Erdoğan’ın bu sözlerine içerik açısından katılmamak hiç de mantıklı değil.

Sorular...

1-- Erdoğan’ın yakın zamana kadar, hatta daha bir sene öncesi bir konuşmada kullandığı ‘’Kürt Sorunu benim sorunumdur’’ ifadesi ile bugün kullandığı ifade arasında bir fark var mı ?

Bunun en iyi cevabını verecek olan elbette kendisi olacaktır. Sanırım burada bizlere düşen iyi niyetli yaklaşımdır ve Erdoğan o günlerde de bu ifadeyi dün açıkladığı şekilde ifade etmiştir demek olacaktır. Bugünler itibariyle kötü niyetli bir ‘’niyet okuma’’ yaparak farklı çıkarımlarda bulunmanın toplumsal bir fayda sağlayacağı kanaatinde değilim.

2—Erdoğan geçmişte kullandığı ifadeyi, bugün neden ‘’yoktur’’ şeklinde modifiye etme gereği duydu ?

Bu noktada Erdoğan’ın açıklamalarının iki ayrı cümlesini bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Erdoğan’ın aslında negatif bir ifade kullanmasına rağmen, bunun tam tersi olacak şekilde pozitif bir manada sorunlara sahip çıkma duruşu görülüyor. Yine iyi niyetli bir ‘’niyet okuma’’ yaparak Erdoğan’ın bu ifadelerinin ‘’kardeşlerim’’ diye tanımladığı Kürtleri ve onların sorunlarını bir anlamda sahiplenmeye devam etmesi olarak da değerlendirebiliriz.

Yarası Olan Gocunsun...

Aslına bakarsanız bugüne kadar benim gözlemlediğim kadarıyla hiç bir Kürt vatandaşımız ‘’Kürt Sorunu’’ ifadesinde kendisinin bizzat sorun olarak tanımlandığı duygusuna kapılmamıştı. Bu ifadenin kendilerine ait sorunlar manasına geldiğini biliyor düşünüyordu. Yani özetle Kürt vatandaşların bu ifade nedeniyle bir rahatsızlığı yoktu.

Erdoğan’ın bu ifade değişikliğine gitmesi gösteriyor ki, Kürt vatandaşların büyük çoğunluğunda olmasa da toplumu oluşturan diğer kesimlerde bu ifadeyi bizzat Kürtleri sorun olarak gören bir algı var(mış).
Erdoğan’ın ‘’evrim’’ geçiren bu ifadelerinin, ‘’Kürt Sorunu’’ tanımını olumsuz ve hatta ırkçı bir algıya sahip bir kısım vatandaşlara hitaben söylendiğini düşünüyorum.

Açıkça ifade etmek gerekirse ‘’yarası olan gocunsun’’.... 

Bence Doğru Tanım...

‘’Kürt Sorunu Yoktur’’ demek yerine, belki de sorunun adını ‘’Demokratikleşme Sorunu’’ olarak tanımlayıp ülkedeki tüm vatandaşların ortak sorunu olarak ifade etmek en doğru olanı.

Zira bu sefer de, her ne kadar ben şahsen Erdoğan’ın iyi niyetli olduğuna inansam da, bu son ifadenin bir kısım Kürt vatandaşlar arasında, on yıllarca devam etmiş asimilasyon ve inkar politşikalarından muzdarip olmalarının da getireceği bir takım ön yargılar nedeniyle, yeni bir ‘’inkar’’ söylemi olarak algılanabilir.

Unutmadan...

Erdoğan’ın aynı mitingde vatandaşlara hitaben kullandığı, “Kürtler cumhurbaşkanı olmadı mı, bakan olmadı mı, oturun oturduğunuz yerde” şeklindeki,

‘’talihsiz’’ ve Kürt vatandaşlarımızın duymaya artık ‘’alıştığı’’

Sorunların çözümüne gerçekte hiç bir ‘’fayda sağlamamış’’

Üstelik  ‘’yaralayıcı’’

Bir siyaset Piri’ne yakışmadığını düşündüğüm,

Bir çok siyasetçi tarafından da sıkça kullanıldığı için artık anlamını yitirmiş ‘’klasik’’ ifadeyi ise, samimiyetle belirtmem gerekirse söylenmedi kabul ediyorum.

Hoş Kalın...

Not: ''tune’’ kelimesi Kürtçe’de ‘’yoktur’’ anlamındadır. 

22 Ocak 2013
Twitter : @cngzkync

17 Ocak 2013

Mehmet Ali Birand


Ah be abi...
Hani bize, ‘’ kimselere söz vermeyin’’ demiştiniz ?...
Hani sizin her koşulda gülümseyebilen o yüzünüzden haber dinleyecektik ?...
Hani meselelere hoşgörülü bir dille yapacağınız yorumları dinleyecektik ?...
Hani belki yine o bizleri gülümseten gaflarınızdan birini yapacaktınız ?...
Hani yine buluşacaktık ?...
Hani bugün Diyarbakır’da sulh içinde provokasyonsuz geçen töreni anlatacaktınız ?...
Hani o sevincinizi bizlerle paylaşacaktınız ?...
Randevunuza gelmediniz, belli ki gelemediniz...
Öyle ya, son randevudan hangimiz kaçabileceğiz ki...
Unutmadan aklımdayken ;
Hani size , Etiler de yol üstündeki bir manavda rastlamıştım da, kim olduğunuzu, yani Gazeteci Mehmet Ali Birand olduğunuzu bilmeden, ‘’Abi anlıyorsanız benim için de bir kavun seçer misiniz’’ diye ricada bulunmuştum ya... Yirmi yedi sene önceydi..
Siz de gülerek, biraz da şaşkınlıkla, ama hoşgörüyle, ‘’anlarım tabi, dur seçeyim’’ demiş, sonra da bir kaç kavunu test ettikten sonra bana dönerek ‘’hah tamam, bunu al, bak bu nefis çıkacak’’ demiştiniz...
Sonra da ‘’Madem ben seçtim,  bu da benden olsun demiştiniz’’...
Israrla parasını da siz ödemiş, bana ödettirmemiştiniz ya hani...
İşte o kavun varya, bal gibi çıkmıştı bal...
O günden kalan hakkınızı helal edin abi...
Benden yana varsa okuyucu ve izleyici haklarım helaldir...
Gittiğiniz yerde mutlu olun, huzur bulun...
Yaradan rahmetinden sizi esirgemesin...
Taksiratınızı affetsin...
Cennetinden yer versin...

17 Ocak 2013
Twitter : @cngzkync

15 Ocak 2013

Baltacılar ve Umutsuzluk Yaygaracıları


Türkiye’de barış, süreç, görüşme, silah, terör kelimelerinin en çok konuşulduğu günlerdeyiz. Tüm bu kelimelerin içinde elbette en önemlisi ‘’barış’’ kelimesi, bu kelimenin bu derece yoğunlukla gündemde yer almasını ve dillerden düşmemesini önemsiyorum.

Her ne kadar bu kelime toplum için bu denli önemli olsa ve her ne kadar toplumun çok büyük çoğunluğu bu kelimeyi dilinden düşürmeyip ısrarla barış talep etse de, ne yazıktır ki kişisel ve kitlesel menfaatler nedeniyle ülkede barışı istemeyen ve dolayısıyla barıştan yana olmayanların çatlak seslerinin de çıktığı bir dönemdeyiz.

Savaş, çatışma, terör, kaos ortamlarından bir şekilde beslenen bazı aymazlar için ''barış'' kelimesinin gündemde ciddi olarak yer alması belirgin bir şekilde ‘’hazımsızlık ve rahatsızlık’’ yaratıyor.

Açıkçası bir süredir gizlilikle devam ettiği anlaşılan, bugünlerde ise Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’nın İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşmesi ile birlikte, kamuoyu ile paylaşım noktasına gelmiş bulunan görüşmeler/müzakereler ülkede barış ve savaş yanlılarını apaçık ortaya koyan bir ‘’turnusol’’ oldu ve olmaya da devam ediyor.

Toplumu oluşturan tüm katmanlardan, siyasetçilerden, sivil vatandaşlardan, yazarlardan, gazetecilerden ve uzmanlardan barış adına yürütüldüğü deklare edilmiş bu görüşmelere dair çeşitli değerlendirmeler geliyor.

Otuz yıldır yoğun bir şekilde akan kanlara dur demek için çıkılmış bir yol var önümüzde, hatta yüz yıllara dayanan, ülkenin her dönemde ve her anlamda gelişimine mani olmuş,Türkiye toplumunu oluşturan halkların demokrasi ve eşit vatandaşlık sorunlarının çözümünü de hedeflediği anlaşılan yeni bir yol var önümüzde.

Bu iyi niyetli olunduğu ihtimali her zamankinden kuvvetli görünen yolculuğa, daha ilk günlerden bu yola çıkılmasına bile ön yargılarla yaklaşan kişi ve grupların varlığı belki demokrasi anlamında fikir ve düşünce özgürlüğü olarak değerlendirilebilir.

Ancak üzerinde dikkatle durulması ve önemsenmesi gereken bir nokta var, o da bu yolculuğun aksamasına yol açacak şekilde, örneğin twitter, facebook, köşe yazıları, tv programları vs gibi bir kısım medya türleri üzerinden yapılmakta olan ve bir kısmının bilinçli olduğu belirgin, topluma sadece çözümsüzlük, karamsarlık, umutsuzluk ve kaos pompalamak, sadece akan kanlara yeni kanlar ekleyecek ve çatışma ortamının devamına yol açacaktır.

Sadece komplocu düşünme yetileri olmasının zaafiyetiyle, daha ilk günden ‘’bu iş olmaz, bu iş bitti’’ diyenlerle, barışa karşı duran ve görüşmelere dahi hayır diyenler, savaş baronları, uyuşturucu tüccarları, insan kaçakçıları ve daha bir çok barış karşıtı çevreler  ne yazıktır ki bilerek ya da bilmeyerek aynı saf da yer almaktalar.

Umarim barışa katkı vermek yerine, topluma ‘’ihtiyat’’ olgusu üzerinden ve bu kelimenin anlamını, önemini ve elbette gerekliliğini adeta sömürerek ve suistimal ederek ‘’kurnazca’’ umutsuzluk zerk edenler bu durumun farkindadirlar ve bir an önce bu önemli hatadan ve yanlış tavırlarından vaz geçerler. Zira olası bir kalıcı barış sağlanması durumunda toplum bu türden umutsuzluk yaygaracılarını asla unutmayacaktır.

Şimdi umutsuzluk pompacılığı yapmanın ve kişisel hesaplarla davranmanın değil, umutlu olmanın ve barışın yanında durup barışın oluşumuna katkı vermenin zamanıdır. Şimdi barış adına umutla çıkılan yolu ta baştan ‘’baltalamanın’’ zamanı değildir. Şimdi aklı, vicdanı, insafı ve insanlığı olan herkesin, görüşmelerin barışla sonuçlanmasından yana sabırla tavır alması ve taraf olması gerekilen zamandır.

Olası bir barışı sadece bazı iç dinamiklerin değil, dış dinamiklerin de istemeyeceği son derece nettir. Zira çatışma ve savaş ortamının devamından nemalanan bir çok yurt dışı unsur da vardır ve gayet net bilinmektedir.

Bir kaç gün önce Paris’te gerçekleştirilen ve insani açıdan asla kabul edilemez suikast, aslına bakarsanız devlet ve örgüt arasında devam eden görüşmelerin ne denli ciddi ve kararli oldugunun da açık işaretidir. Keşke olmasaydı, keşke görüşmeler devam ederken geçmişte akan kanlara bu üç insanın kanı da eklenmeseydi.  Suikast barış adına yapılan görüşmelerideki kararlılığı gösterirken elbette savaşın devamını isteyen çevrelerin de bir anlamda ne kadar kararlı olduklarının ifadesidir.

Ancak çatışma ve savaş yanlılarının henüz fark edemedikleri ve dolayısıyla anlamadıkları önemli bir detay var....,

Türkiye artık o eski bildikleri kolayca provoke edilebilir, hemen ‘’gaza gelen’’ Türkiye değil, artık toplumun büyük bir kesimi, yaşanan silahlı saldırı, suikast ve olaylarına karşı duyarlılıkla yaklaşım gösteriyor. Türkiye toplumu on yıllarca yaşadığı acılardan öğrenmiş olsa gerek, bu konularda daha da bilinçlendi ve bu türden olaylara eskisi gibi prim vermiyor. Toplum gerçekleşen tüm olayları izler izlemez kendisinde oluşmuş ‘’terör hafızası süzgecinden’’ geçiriyor ve ‘’sabotaj’’‘’provokasyon’’ damgasını vuruyor.  Evet bu türden bir toplum hafızamız ne yazık ki var ....

Bugünlerde gereğinden fazla tartışılan başka bir konu da ‘’suikastı kim yaptı’’ sorusu. Kim vurduyu bilince n'olacak ? Kimin vurduğu konusu geçmişte yaşanmış bu tür olayların hangi birinde netlik kazanmış ki bunda kazansın ? Kimin vurduğunu bilince barışacak mıyız ? Ya da barışa katkı mı sağlayacak ? Ya Hu, birileri vurdu iste. Niye vurdugu belli değil mi? Niyet görüşmelerin sabote edilmesi ve barışın gelmemesi değil mi ?
Maksat belli işte ve çözümsüzlük cephesi olanca güzüyle çalışiyor. Görüşmeleri istemeyen çevrelerin tek ortak paydası var o da ‘’savaş’’. Bu konuyu bu yoğunlukta, tam da eylemi gerçekleştirenlerin arzuladığı şekilde, hele de çakma dedektif edalarıyla tartışmanın barışa katkı vermekten uzak olduğu ve hatta devam eden görüşme sürecinde kargaşa, kaos ve alenen yeni düşman cepheler açacağı düşüncesindeyim.

Gereksiz tartışmamalı derken, bu sözlerim tabi ki ‘’kim vurduysa vurdu banane’’ olarak anlaşılmamalıdır. Her kim yapmış olursa olsun, bu bir cinayettir ve bu cinayeti yapanlar mutlaka bulunmalı ve gereken cezaya çarptırılmalıdır. Bu vesile ile merhumelere rahmet, ailesine başsağlığı ve sabır dilerim.

Görüşme detaylari tüm muhataplara bildirilip, bir yandan da medyaya ufak ufak ‘’sizdirilmasını’’ takiben bu tip infaz ve bazı başka saldırıların, yani genel anlamda sabotajların olmasının aslında taraflarca ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından beklenen türden hadiseler olduğu kanaatindeyim.

Barış yapmak, savaşmaktan daha zor...

Bunu biliyoruz ve farkindayız, öyle ise barış adına kararli duruşa devam edip provokatif girişimlere ve umutsuzluk pompacılarına pabuç birakmamalı ve barış için direnmeli...

Hoş Kalın... 

15 Ocak 2013
Twitter : @cngzkync

8 Ocak 2013

Barış Yolu


BDP heyetinin İmralı’da Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesi ile kamuoyu tarafından da bilinir hale gelen görüşme süreci gündeme oturdu.

Aslında bugüne değin OSLO görüşmelerinin bittiği sanılıyordu, ancak son ziyaret ile görüşmelerin halen devam etmekte olduğu anlaşıldı. Görüşmelerin bilinir hale gelmesini takiben, başta medya ve siyaset doğal olarak dahil olmak üzere, toplumda her zamanki gibi farklı düşünen kesimler oluştu.

Bunları; İhtiyatlı kesimler, İyimser kesimler, İyimser ancak ihtiyatlı kesimler, Tamamen karamsar ve umutsuz kesimler ve tabi ki görüşmelere tamamen karşı duruş gösteren, Öcalan’ın muhatap alınmasından rahatsız olan aşırı tahammülsüz kesimler olarak tanımlayabiliriz.

En acıklısı ise ihtiyat adına bilinçli ya da bilinçsiz olarak daha ilk günden, ‘’bu iş olmaz‘’ paralelinde ifadeler kullananların varlığı. Açıkçası ben bu ifadelere başvuranları hayretle izliyorum. Topluma karamsarlık ve olumsuzluk pompalamanın görüşmelere ve barışa hizmet edebilceği noktasında elbette ciddi kaygılarım var ve hiç bir fayda sağlamayacağı, bilakis zarar verebileceği kanaatindeyim.

Aslına bakarsanız bu görüşmelerin kamuoyunca bilinir hale gelmesi bir anlamda toplumdaki  "savaş" ve "barış" yanlilarinın belirginleşmesi adina da bir nevi Turnusol oldu. Gayet açık bir şekilde kimlerin neye hizmet ettiği ve hangisinden yana duruş içinde oldukları çok daha net bir şekilde anlaşılır oldu. Olumsuz ve karamsar tavır sergileyen bilinçli ya da bilinçsiz bu aceleci telaşlı çevrelerin, görüşmelerin olumsuz neticelenmesi adına daha ilk duyulduğu günden giriştikleri çabaların bazılarının arka planında, Ak Parti ye bu durumdan büyük  yara aldırma hesap ve düşüncesi de yatıyor olabilir.

Oysa bu sürecin olumsuz sonuçlanması ülke için çok sıkıntılı yeni bir dönemin başlangıcı olma durumunun yanısıra, bence herhangi bir başarısızlık Ak Parti’nin değil daha çok PKK’nin hanesine yazılacaktır.

Dikkatle bakacak olursak iktidar, görüşmelerini belli bir noktaya getirdikten sonra, Öcalan ile görüşmek üzere kendi belirlediği isimlerden oluşan bir BDP heyetini adaya gönderdi ve bence bu tavrı ile şunu ifade etti,  
‘’Biz Ak Parti olarak, sizin önderimiz dediğiniz Öcalan ile görüşmelerimizi yaptık bitirdik, karşılıklı olarak bundan sonrası için yapacaklarımızı belirledik ve onunla birlikte oluşturduğumuz bir yol haritası ile birlikte bir anlaşmaya vardık, şimdi bu detayları adaya gidip önderimiz dediğiniz Öcalan’dan dinleyin, alın  ve ilgili diğer birimlerinize iletin ki süreç artık başlasın’’

Tüm olumsuz yaklaşımlara ve engellemelere rağmen hükümetin bu görüşmeleri bugüne kadar devam ettirmiş olması, bence ciddiye alınması gereken çok olumlu ve önemli bir durumdur.

Hükümet adına görüşmelere memuriyet eden MİT yetkilileri ve PKK adına Öcalan arasında yapılan görüşmelerden anlaşılan, her iki tarafın da elinde bir protokolün en azından bir taslak olarak mevcut bulunmakta. Bu protokol, taslak olarak ya da belki de netleşmiş ve anlaşmaya varılmış da olsa kamuoyu ile paylaşılmadığı için tam olarak bilmemize elbette olanak yok. Belki bu taslak metin kamuyouna hiç açklanmayacak. Dolayısıyla tarafların atacakları adımlara bakarak bir takım sağlıklı değerlendirmeler yapma imkanımız olacak.

Adımlara bakmak lazım diyorum çünkü en belirgin ve gözle görülür olacak şeyler her iki tarafın atacağı somut adımlardan ibaret olacaktır. Bu noktada taraflardan gelecek bir çok açıklamanın da, ister istemez ‘’siyaset’’ içereceğinden hele de bugğnlerde çok fazla ciddiye alınmaması gerektiği kanaatindeyim. Yani taraflar bu üzerinde ön anlaşmaya vardıkları adımların fiilen hayata geçirilmesi öncesinde elbette doğal olarak siyaseten bazı çıkışlar yapacaklardır. Bazı atılacak adımların bazı şartlara bağlı olacağı aşikardır. Elbette taraflar atacakları adımları kendileri için en kazançlı olacak şekilde atma arayışında olacaktırlar. Sonuç itibariyle ortada bir ‘’masa’’ , kim ne derse desin barış adına da bir ‘’pazarlık’’ ve ayrıca bu pazarlıklar sonucunda gidilmesi karar verilen bir ‘’barış yolu’’ bulunmaktadır. Elbette her iki taraf da az verip çok alma niyetinde olacaktır ve bu da bu tip bir süreçte doğaldır. Elbette birtakım arıza ve rahatsızlıklar söz konusu olabilecektir.

Bu yol hassasiyetle korunması ve sahip çıkılması gereken bir yoldur.  Bu yoldaki yolcuların hayırlı ve iyi bir yolculuk yapmaları için, ülkenin tüm bireyleri evvela bu yolculuğun sıhhatle tamamlanması için ellerinden gelenleri yapmaları ve yolcuları desteklemeleri gereklidir.

Daha yola çıkılmadan bu yolculuğun hiç başlamamasına uğraşmak barışa ihanet etmek, savaşın sürmesine sebep olmak değil de nedir ?

Daha bir kaç gün olmuşken sözümona gerçekçilik adına barış umutlarını ve hayallerini söndürmek adına, taraflardan gelen ve olumsuzluktan ziyade tedbir ve ihtiyat içeren bazı açıklamaları ‘’bak gördün mü o siyasetçi ne dedi, bak duydun mu şu örgüt lideri şunu dedi’’ diyerek, ‘’bu iş olmaza’’ bağlamak, baltalamacılık, barışa ihanet, savaş tamtamcılığı, art niyetlilik vs.’ ler bir kenara, her şeyden önce ciddi bir siyasi öngörüsüzlük ve stratejik düşünce yeteneksizliği değil midir ?

Bu iş olmazcıların yürüttüğü stratejiyi tanımlamak gerekirse kullandıkları iki önemli yöntem şu;

1—Doğrudan görüşen taraflar arasında zaten hassas ve kırılgan olan güveni kırmak, yıkmak, yok etmek ve tarafları yeniden güvensizliğe çekmek...
2— İki tarafın tabanları arasında bir takım fitne ve rahatsızlıklar çıkarıp biribirlerine düşürmek...

Bu tuzaklara toplumun tüm kesimleri olarak asla pabuç bırakmamak gerekir. Bu sürecin sonu olumlu biterse Türkiye çok kazanacaktır. Tabi ki görüşmelerin olumlu bir neticeyle sonuçlanması da bazı çevrelere çok kaybettirecektir.

Kim Ne Dedi...

Ahmet Türk’ün görüşmelere dair kamuoyuna karşı tüm ‘’sır küpü’’ duruşuna rağmen şu sözleri oldukça önemli ; ‘’İmralı’nın talepleri Devleti zorlamayacak’’ ...

Bu söz son derece doğrudur, bu ifade görüşmelerin belli bir noktaya geldiğinin ve her iki taraf açısından görüşmelerin belirli ölçülerde bir kıvama geldiğinin, kırmızı çizgilerin karşılıklı olarak aşılmadığının ifadesidir. Bu ifade doğrudur çünkü Öcalan’ın talepleri devleti zorlayacak noktada olsaydı, zaten devlet Ahmet Türk ve Ayla Akat’ı asla Öcalan ile görüştürmezdi. Zaten emin olunuz ki görüşmeler olumlu bir kıvama gelmese idi, devlet tarafından da Öcalan ile direkt görüşmelerin yapıldığı bu derece net bir şekilde kamuoyuna deklare edilmezdi diye düşünüyorum.

Öte yandan PKK nın Avrupa ayağı lideri olarak bilinen Zübeyir Aydar’ın yaptığı açıklama da oldukça olumlu ve önemlidir. Aydar yaptığı açıklamada şu ifadeyi kullanmıştı; ‘’Öcalan ile başlatılan görüşmeler bizim de talebimizdir. Bu görüşmelere karşı olmamız düşünülemez''.

Irak Kürdistanı Lideri Mesud Barzani ise yaptığı açıklamada; ‘’Gelişmeler, Kürt Sorunu’nun çözümü için önemli bir adım''... demişti.

Temas ve Diyalog Grubu olarak bilinen ve C.Çandar, İ.Bedirhanoğlu, Osman Kavala ve Mithat Sancar’ın da içinde bulunduğu grup ise, sürecin olumlu bir platformda ilerlediğini açıklamıştı.

Ana muhalefet partisi CHP de bazı koşullar öne sürmesine rağmen netice itibari ile pratikte görüşmeleri desteklediği yününde açıklamalar yaptı

Mecliste grubu bulunan bir diğer parti olan MHP ise, aslında hiç şaşırtmayacak bir şekilde yine Öcalan’ın muhatap alınmasını ve kendisi ile görüşmeler yapılmasını en sert şekilde eleştirdi ve bir anlamda kendilerinin bu süreç dışında pozisyon aldığını duyurdu.

Bir kısım çevrelerin Leyla Zana’nın neden görüşmelerde yer almadığını eleştirmesi ise bence anlamsız, Leyla Zana zaten bu süreçte iradesini kullanan en önemli bir figürlerden biridir ve sorunların çözülmesinde önemli bir köprüdür. Leyla Zana’nın illa İmralı’ya gitmesi bence çok da gerekli değil. Zaten bu görüşmeler sadece İmralı kanalından değil başka kanallardan da devam ettirilmesi gereken bir süreç.

Örneğin Zana Irak Kürdistanı ile en iyi lişkiye sahip mülletvekillerinden biridir. Belki süreç içinde Zana da o kanalda bir köprü rolü üstlenebilir. Ayrıca Zana’nın İlla fiilen bir rol alması da süreç açısından zorunluluk değildir, böyle görülemez. Ancak gerektiğinde kurulması gereken köprülerden biri olabileceği de gayet nettir. Sorunun artık Türkiye sınırlarını aştığını ve bir Ortadoğu sorunu niteliği taşıdığını unutmamak gerekir.

Olası Engeller...

Süreçte en çok dikkat edilmesi gerekenin, görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasını isteyen iç ve dış odakların yadsınamayacak kadar güçlü olduklarıdır. Bu görüşmelerin başarı ile sonuçlanmasının doğuracağı bir başka durum da süreç sonunda Ak Parti ve PKK ile birlikte Öcalan’ın da süreç sonunda güçlenmiş olacakları gerçeği. Bu iki aktörün birlikte ya da herhangi birinin tek başına süreçten siyasal anlamda bir şekilde güçlenmiş olarak çıkmasını, yani başarılı olmasını istemeyen kişiler de süreci baltalamak yönünde çaba içerisinde olacaklardır.

Mevcut PKK ve Kürt Sorunun her ikisinin de Ak Parti döneminde çözülmesini istemeyen ve bu durumdan siyasi rant amaçlayan, bugüne kadar da rant sağlamış bazı çevreler de bu görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması yönünde çaba içerisinde olabilirler, ciddi sorunlar çıkarabilirler.

Umarım tüm kesimler mevcut iki sorunun da artık Türkiye sorunu olmaktan çıkmakta olduğunun ve bölgesel bir ortadoğu sorunu haline gelmek üzere olduğunun, Kürt Sorunu yada bir başka ifade ile Türkiye’deki Kürtlerin Sorunlarının artık Türkiye ile sınırlı bir sorun olmaktan çıkmakta olduğunun, sorunun Ortadoğu’nun Kürtleri  ya da Ortadoğu Kürdistanı Sorunu haline geldiğinin farkında olurlar.

Bu durumu fark etmek mevcut sorunların çözülmesinin ne kadar elzem olduğunu ve çözüm için tüm kesimlerin sürecin yanında ve destekçi olması gerektiğini anlamaya yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
Kendi Kürtleri ile ilgili sorunu çözemeyen bir Türkiye’nin yakın gelecekte oluşması muhtemel, Ortadoğu Kürt Sorunu ile çok zor koşullar altında muhatap olması ihtimali ne yazık ki oldukça kuvvetlidir.

Ne Yapmalı...

Daha önce hep birlikte şahit olduğumuz bir Habur süreci var. Bu sürecin yeniden yaşanmaması için tarafların maksimum düzeyde hassasiyet göstermesi gerektiğini düşünüyorum. İktidar ümit var oldugum, örgütün olasi bir geri cekilmesi durumunda umarim Habur'da maalesef örgütün yaptigini yapmaz ve gerektiği gibi olgun davranıp bu durumu ‘’zafer cigliklari’’ ile kamuoyuna yansıtmaz. Aynı şekilde yine umarım PKK ve BDP cephesi de devletin atacağı bir takım yeni demokratik adımları ‘’zafer kazandık’’ tavrı ile tabanına ve kamuoyuna yansıtmaz.

Açıkçası öncelikli olarak silahların susması ve buna paralel görüşmelerin karşılıklı diğer adımlarla devamı içeriğinde olduğu görünen iki taraf arasındaki, geçen dönemlere göre daha da olgunlaşmış gözüktüğü için ‘’yeni’’ diyebileceğimiz dönemin, tüm toplum kesimleri tarafından olgunluk ve sakinlikle karşılanması gerektiğini, nihai hedef olan kalıcı barış ortamına varılıncaya kadar sabırla davranılması gerektiğini düşünüyorum.

Komploculuğa yatkın ve komplo teorilerine meraklı bir toplum olarak hiç değilse bu ‘’yeni’’ diyebileceğimiz süreç sonuçlanıncaya kadar bu huylarımızdan vaz geçmemizde toplum yararına fayda olduğunu düşünüyorum.

Eğer illa bir zafer söz konusu olacaksa, toplum olarak tek ortak zaferimizin,’’ silahlarin susmasi ve barış’’, eğer illa bir mağlubiyetten söz edilecekse de, toplum olarak tek ortak maglubiyetimizin ‘’çatışmaların ve savaş halinin sürmesi’’ olacağını düşünüyorum...  

Gelin bu sefer hepimiz barışa ve çözüme odaklanalim...  
Gelin bu sürecin yanında yer almak bir risk ise, bu riski hep birlikte alalım..
Gelin barış yolunu birlikte yürüyelim...

Hoş Kalın...

08 Ocak 2013
Twitter : @cngzkync