30 Ekim 2013

Çözüme Doğru

Zebari’nin Ziyareti

Çözüm sürecine ve ortadoğudaki dengelere bakarak geçtiğimiz günlerde gerçekleşen bu ziyareti değerlendirmeden önce, Türkiye’nin Bağdat’la ilişkilerde bir takım sorunlar olduğunun ancak Erbil yani Irak Kürdistan yönetimi ile arasının ise buna nazaran çok daha farklı ve daha iyi olduğunu not edelim.

Zebari her ne kadar ziyaretini Irak merkezi yönetiminin dış işleri bakanı olarak yapmış olsa da, Zebari aslen Kürt olması nedeniyle Kürtlere yani Irak Kürdistanına daha yakın biri, dolayısıyla Zebari’nin ziyaretinde Kürtleri temsil kabiliyeti Irak Merkezi yönetimini (Bağdat) temsilinden daha yüksek.

Zebari ile yapılan görüşmelerde Türkiye ile Bağdat yani Irak Merkezi yönetimi ile devam eden bazı sorunlarının aşılmasını beklemek bence gerçekçi olmayabilir.

Zebari ile yapılan görüşmelerde Irak Kürdistanı ile ilgili konuların konuşulmuş olma ihtimalini ben diğer meselelerin konuşulma ihtimalinden daha yüksek ve dolayısyla Zebari’nin Türkiye ziyaretinin Türkiye’nin Bağdat ile ilgili sorunlarının yumuşatılması veya çözümlenmesi adına gerçekleşmiş olması ihtimalini şu an için zayıf buluyorum.

Zebari’nin ziyareti daha çok Erbil yönetimi ile Bağdat yönetimi arasındaki sorunların ve bununla birlikte Erbil ve Bağdat’ın Suriye ve Rojava konularındaki düşüncelerinin Türkiye ile istişare edilmesi anlamında gerçekleşmiş olduğu ve ziyaretin bu açıdan önemli olabileceği kanaatindeyim.

Zira Türkiye’nin Bağdat yönetimi ile veya Bağdat yönetiminin Türkiye ile  ilişkilerini düzeltmek iyileştirmek gibi bir maksadı varsa, bunun Zebari ile yapılacak görüşmelerle değil  Maliki ile yapılacak direkt görüşmelerle daha mümkün ve efektif olabileceği düşüncesini taşıyorum

Irak Kürdistan Yönetimi

Çözüm Sürecinde Irak Kürdistan yönetimi çok önemli bir yer tutmakla birlikte, Irak Kürdistan yönetimi son dönemde Suriye Kürtleri ile bir gerginlik yaşıyor.

Çözüm Sürecinde Irak Kürdistanı oldukça önemli çünkü Kandil orada ve geri çekilme sonrası örgüt üyelerinin çok büyük bir bölümü Türkiye’den öncelikle Irak Kürdistan bölgesine gidecekler ve daha sonra gerekli koşulların sağlanmasına paralel yeniden Türkiye’ye silahsız olarak dönecekler ve dolayısıyla Irak Kürdistanı bu aşamalara önemli bir ev sahipliği yapacak olan bölge.

Irak Kürdistan yönetimi her şey yolunda giderse silahların bırakılması aşamasına büyük ihtimalle müşahade görevi de üstlenecek olan bir yönetim. Bu konuların ışığında dahi Irak Kürdistan yönetiminin çözüm sürecinde kritik bir rolünün bulunduğunu söylemek yersiz olmayacaktır.

Irak Kürdistanı ve İran

Irak Kürdistanının İran ile iyi ve düzenli ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar iki yönetim arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da, iki yönetim arasında ciddi boyutlu sorunların olmadığı görülüyor.

ABD nin İran ile henüz çok fazla olgunlaşmasa da, telefon diplomasisi ile başlayan ve hatta ifadesi biraz  ilginç gelecek ama sosyal medya (twitter) diplomasisi ile de devam ettiği gözlemlenen daha iyi ilişkiler kurma yönündeki gelişmeler ile birlikte, sertlikten yumuşamaya doğru giden bir yolda olduğunu düşünürsek, bölge politika ve dengelerinde de bir takım değişiklikler yaşanmakta olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

Türkiye bu noktada, Irak Kürdistanının ABD-İran ilişkilerinin gelişme ve yakınlaşma eğiliminde olduğu bir dönemde Irak Kürdistanının alacağı pozisyonu iyi takip etmesi gerekecektir. Zebari’nin son ziyareti de bu anlamda bölgedeki yeni gelişmelerin ve yeni denge oluşumlarının, Türkiye için Bağdat yönetimi eksenli değil ancak Erbil yönetimi eksenli olarak karşılıklı değerlendirilmesine fırsat vermiş olabilir.

Suriye ve Rojava Sorunu

Çözüm Sürecinin başka çok ciddi bir ayağını da Suriye meselesi ve buna paralel Rojava yani Batı Kürdistan meselesi oluşturuyor. Hatırlarsak Türkiye’de Öcalan’ı özellikle ve hızla merkeze koyan İmralı görüşmelerinin başlangıcı Suriye meselesi ile birlikte Rojava da PYD nin ‘’Rojava Devrimi’’ ifadesi ile yaptığı önemli çıkıştan hemen sonraydı.

Irak Kürdistanının PYD ile son dönemde yaşadığı gerginlikler de düşünülürse Türkiye deki lokal Kürt sorununun çözüm süreci ile birlikte Suriye nin Rojava bögesindeki Kürt sorunu da, konuşulması ve mutlaka çözülmesi gereken bir bölgesel sorun olarak önümüzde duruyor. 

Kürt Ulusal Konferansı

Çözüm Süreci ile etkileşim halinde olduğunu düşündüğüm ve önemli bulduğum Kürt Ulusal Konferansı bir süredir ‘’teknik’’ gerekçelerle erteleniyor. Erbil yani Irak Kürdistan yönetimi lideri Barzani tarafından sürekli ertelenen bu konferans bir türlü yapılamıyor. Son olarak Kasım ayına ertelendiği duyuruldu ancak konuyla ilgili kişilerin açıklamalarından Kasım ayında yapılmasına da umutla bakılmadığı anlaşılıyor.

Bu konferanın yapılamamasının öneminden çok bölgeyi ilgilendiren asıl konu konferansın yapılmasının doğuracağı sonuçlar olacaktır diye düşünüyorum. PKK lideri Öcalan bu konferansın yapılmasına daha istekli ve bir an önce yapılmasını istiyor.

Bu konferansın yapılması ile birlikte Öcalan’ın Türkiye eksenli bir Kürt liderliği konumundan daha bölgesel bir Kürt lideri konumuna, etkiye ve söz sahipliğine geçiş yapması söz konusu olabilir. Ancak Irak Kürdistan yönetimi lideri Barzani’nin Öcalan’ın lokal liderlikten daha geniş yelpazede bir liderliğe geçişine olumlu bakmadığını gözlemliyorum.

Her ne kadar Barzani hemen hemen bir yarı bağımsız devlet olma noktasında ve daha yerleşik ve düzenli bir yapıda olsa da, her iki liderin etki alanları bölgesel olarak Türkiye ve Irak Kürtleri olmak üzere ayrı ayrı olsa da, sonuçta her ikisi de birbirinden bağımsız olarak Kürt halkı üzerinde etkili ve kendilerince güçlü liderler.

Konferansın yapılması ile birlikte bu iki liderin bölgesel Kürt siyasetinde bir güç paylaşımı yapmak durumunda kalmaları söz konusu olabilir. İran Kürtleri ve Suriye Kürtlerinin, Barzani ve Öcalan gibi kendi bölgelerinde etkili, güçlü ve organize bir takım oluşumları ve liderleri bulunmadığından, konferans gerçekleşirse bunun Türkiye ve Irak Kürtleri eksenli şekilleneceğini ve bunlar arasında bir yönetsel güç paylaşımı şeklinde olacağını söyleyebilirim.

Dolayısıyla Türkiye ve bölgedeki Kürt sorununun çözümünde bu konferansın yapılıp yapılmaması durumu da, konferans sonrası alınması muhtemel bir takım bağlayıcı kararlar nedeniyle bölge genelinde ve Türkiye'deki çözüm sürecinde önemli bir yeni durum yaratabilir.

Çözüm Sürecinde Son Durum

Ne yazık ki, bir çokları gibi çözüm sürecinin iyi gittiğini ve herhangi bir tıkanma vesaire olmadığını söylemeyi, mevcut gelişmeler ışığında açıkçası bir nevi polyannacılık olarak görüyorum. Her şeyden önce bu kadar kıymetli ve hayati bir sürecin gerçekçi ve samimi tavır,  tutum, yorum ve değerlendirmelerle başarıya ulaşacağı kanaatindeyim.

Taraflar arasında tuhaf bir gerginlik pompalama tavrı var ve taraflar karşılıklı olarak seslerini tehdit, had bildirme ve meydan okumalara varacak şekilde sürekli ve sert biçimde yükseltiyorlar.

BDP ve Kandil kaynakları açıklamaların da iktidar kanadından gelen açıklamaların da seçim sürecinin de etkisiyle daha da sertleştiğini söylemek elbette mümkün olabilir, ancak ben çözüm sürecinin mümkün olabildiğince seçim yarışından ayrı ve üstünde tutulması gerektiği kanaatindeyim ve tarafların da çözüm sürecini, içinde bulunduğumuz seçim sürecine kurban etmemelerini diliyorum.

İktidar kanadının Öcalan ve Örgütü birbirinden ayrıştıran ve ciddi stratejik bir hata olarak gördüğüm, ‘’Kandil Öcalan’ı dinlemiyor’’ şeklinde açıkçası mantıksız ve gerçekten uzak  ifadelerde ısrarlı olduğunu ve iktidarın Öcalan’a Kandil’i tuhaf bir şekilde adeta ‘’şikayet’’ ederek ve tabire caizse ‘’ayar vermesini’’ beklediğini gözlemliyorum.

Oysa Öcalan’ın son dönemlerde yaptığı tüm açıklamalarında örgüt yöneticilerine ayar vermeyi bırakın tam tersine yapılan açıklamalara sahip çıkan ifadeler kullandığını görüyoruz.

Zaten Öcalan’ın örgütün kendi inisiyatifi dışında açıklamalarda bulunduğunu düşünsek bile kendi örgütünü karşısına almasını beklemek ne kadar akılcı bir yaklaşım olabilir ki ? Veya önderlikle yönetilen bir yapıda, örgütün yaptığı bir takım açıklamaların Öcalan’ın verdiği inisiyatif dışında olduğunu düşünmek ne derece akılcıdır ? Ortada kendisinin bizzat merkeze konulduğu bir süreç varken Öcalan’ın da örgütü kendisinden ayrıştıracak bir tutum içine girmesini beklemek ne kadar mantıklıdır ?

Peki ya Öcalan’ın örgüt olmadan, örgütün halktaki tabanı olmadan, hatta örgütün yarattığı ‘’tehdit’’ olmadan var olamayacağını ve iktidarının sınırlanacağını kestiremeyeceğini, örgütün gücünün kendisinin gücü olduğunu bilmeyecek birisi olduğunu düşünebilir miyiz ?

Welhasılıkelam

Yaşanan sıkıntıların ve ‘’tıkanmanın’’ giderilmesi adına neler yapılmalı noktasında aklıma gelen iki önemli konudan birinin, Öcalan’ın kamuoyu ile iletişiminin bir an önce geliştirilmesi ve iyileştirilmesi olduğunu, diğer önemli konunun da seçim süreçlerinden bağımsız ve zamana yaymaksızın altıncı demokrasi paketinin TMK, Koruculuk, KCK tutuklulukları ve geri dönüşlere yönelik yasal düzenlemeleri kapsayacak şekilde hayata geçirilmesi olduğunu ifade etmek isterim.

Çözüm sürecinin şu an itibariyle, genelde kamuoyunda sanıldığının aksine pek de iyi gitmediği ve sürecin ne yazık ki kritik seviyede ve kırılgan olduğu kanaatini taşımakla birlikte ;

Tüm bu son dönemdeki olumsuzluklara rağmen çözüm sürecinin devam edeceğinden ve Türkiye halklarının destek ve ısrarı ile tüm tarafların üzerlerine düşeni gecikmelere rağmen yapacaklarından ve sonunda çözüm sürecinin başarıya ulaşılacağından yana ise şu an için herhangi bir endişe taşımıyorum.

Hoş Kalın
30 Ekim 2013
@cngzkync

25 Ekim 2013

BDP OUT - HDP IN

Yerel seçimlere çok az bir zaman kala BDP den yeni bir oluşum geldi...

Aslında yeni oluşum demek pek doğru olmaz çünkü bir süredir zaten resmi olarak vardı, ancak BDP nin HDP ye doğru evrilişinin startı yeni verildi diyebiliriz...

Geçtiğimiz günlerde üç BDP ’li milletvekilinin partisinden istifa etmesi ve buna ilavaten bir bağımsız milletvekilinin de yine HDP ’ye geçme kararı almasıyla birlikte bu evriliş fiilen başlamış oldu...

HDP ’ye geçmesi kesinleşen dört milletvekili Ertuğrul Kürkçü, S.Süreyya Önder, Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, bu dört isimle birlikte HDP de mecliste temsil eden siyasi partiler arasında beşinci parti olarak yerini alacak...

HDP nin kuruluşunda yer alan yetmiş dört kişi arasında işçiler, sanatçılar, memurlar, sendikacılar, emekliler, esnaflar, Profesör ve Doktor ünvanlı akademisyenler ile birlikte bir çok avukat ve  mühendisler de başka meslek gruplarından kişilerle birlikte partide yer alıyor.

Dört milletvekili önümüzdeki günlerde yapılacak HDP kongresi sonrası TBMM ye bu partiye geçişlerini resmen bildirecekler.

HDP (Halkların Demokrasi Partisi) 10-11 Kasım 2012 tarihinde, HDK (Halkların Demokratik Kongresi) adlı oluşumun resmen ilan ettiği bir siyasi parti. Yani hemen hemen bir yıldır bir siyasi parti olarak resmen vardı.

Aralarında Mehmet Bekaroğlu’nun da yer aldığı bazı eski milletvekillerinin de yeni oluşumda yer alabileceği, CHP ’li vekiller ile görüşmelerin de devam ettiği de siyasi kulislerde sıkça söyleniyor.

Sol görüşlü Kürt siyasi hareketinin yerel seçimlere doğu illerinde BDP ile, diğer bölgelerde ise HDP ile gireceği yapılan hararetli toplantı ve tartışmalardan sonra artık iyice netleşti.

Bir diğer netleşen durum ise, Kürt sol siyasi hareketlerinin şu andaki en güçlü temsilcisi olan BDP nin, yerel seçimlere BDP ve HDP olarak iki farklı parti ile girecekken, genel seçimlere sadece HDP adıyla girecek olması.

Tüm bu gelişmeler aslında yazımın başlığını atmama da neden olan gelişmeler...

Hazır bu gelişmeleri sizlere aktarmaya çalışırken unutmadan BDP nin OUT,  HDP nin ise IN olmasını, yani BDP nin HDP ye evrilişinin Türkiye siyasi yelpazesine  ve siyasetine olumlu bir katkı sunmasını da bir ülke vatandaşı olarak elbette gönülden dilerim...

Benim şu anki bu yukarıda bahsettiğim gelişmelere bakarak yapabileceğim yorumlar arasında  ilk aklıma gelen, tüm bu evrilmelerin BDP nin uzun zamandır dile getirdiği ancak bir türlü başaramadığı Türkiye partisi olma yolundaki istek ve çabalarının somut bir yansıması olduğudur.

Zira BDP ‘nin, yeni partisi HDP ile Türkiye partisi olmaya çalışması ve kanaatime göre bunu hedefliyor olması,  ülke siyaseti açısından bence umut verici ve Türkiye için olması gereken, önemli bulunması ve önemsenmesi gereken bir gelişmedir..

Türkiye nin sol siyasetinde ciddi sorunlar bulunmaktadır ve ülke demokrasisi sol siyaset eksikliğinden dolayı çolak durumdadır.

Bunun en belirgin örneği de ülke siyasetindeki yapıcı, yardımcı ve gerektiğinde de halkın teveccühüne alternatif olabilecek bir muhalefetin, genel siyaset alanında ne yazık ki gözlemlenemiyor olmasıdır.

Benim görebildiğim kadarıyla HDP bir yandan da özetle bu anlamdaki boşluğa talip olduğunu ifade etmeye çalışmakta ve toplumda BDP ile PKK ilişkisi üzerinden oluşmuş kötü algının da telafisine çalışmaktadır.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken BDP içinden Altan Tan’dan gelen bir takım eleştiriler de söz konusu...

Ancak sol tandanslı olan ve sol siyaset yapan BDP den, HDP gibi merkez sola yönelik yeni bir oluşum çıkması bana kalırsa son derece doğaldır. Zaten BDP den merkez sağa yönelik bir oluşum zaten çıkamazdı.
Altan Tan’ın eleştirilerinin kamuoyuna medya üzerinden ‘’BDP de Altan Tan çatlağı’’ olarak yansıtılmasını ise açıkçası abartılı ve sorunlu buluyorum.

Daha açık ifade etmem gerekirse gözlemleyebildiğim kadarıyla Altan Tan elbette benim de BDP de önemsediğim etkili bir isim olmakla birlikte, partisinin genel politikalarına itirazla BDP de ‘’çatlak’’ oluşturabilecek bir isim değildir.

Bence tam tersine Altan Tan’ın BDP’siz kalması gibi bir durumun siyaseten kendisinde derin bir ''çatlak'' oluşturması ihtimali vardır.

Kürt solunda yaşanan tüm bu gelişmelere paralel olarak elbette Kürtlerin siyasi tercihlerinin de tıpkı Türklerde olduğu gibi sadece sol siyasi görüşten ibaret olmadığının altını çizmek isterim..

Genel bir tanımla sağ görüşe sahip diyebileceğimiz Kürtlerin büyük çoğunluğunun, alternatifsizlik veya başka nedenlerle son on yılda siyaseten Ak  Parti saflarında yer almayı tercih ettiği görülmektedir.

Türkiye’nin merkez solda yeni bir yapılanmaya ve sosyal demokrat düzgün bir partiye ihtiyacı olduğu durumu çok nettir...

Elbette Türkiye'nin merkez sağında da yeni bir demokrat yapılanmaya bir süre sonra ihtiyaç olacaktır, ancak bunun aciliyeti merkez soldaki kadar değildir...

Kürt sağı olarak tanımlayabileceğimiz kitleye dair de birkaç kelam etmek gerekirse, örneğin merkez sağda demokrat çizgide, iyi kadroları olan, Türkiye partisi olabilecek türden ve Kürtler tarafından kurulabilecek yeni bir parti ihtimaldir ki Ak Parti ye verilmiş Kürt oylarının bir kısmını geri alabilir.

Tüm bu yeni oluşumlar elbette demokrasimiz adına zenginliktir ve toplumun temsiliyet noktasındaki açıklarını belki iktidar ve muktedir olmayı direk sağlayamasa da biraz daha kapatacaktır.

Ben her halükarda Türkiye'li herhangi bir ırkın, mezhebin veyabaşka bir aidiyetin tek başına hakim ve baskın olduğu bir siyasi yapıyı, Türkiye gibi bir ülkenin ihtiyacı olan bir yapı olarak görmüyorum.

Bugünkü siyasi aklım bana Türkiye’nin merkezlerde yer alabilecek homojen ve bir çok kesimi temsil kabiliyeti yüksek olan siyasi yapılarla yönetilmesinin doğru olduğunu söylüyor.

Hoş Kalın
25 Ekim 2013

@cngzkync

13 Ekim 2013

Demokratikleşme ve Çözüm Süreci

Yaklaşık on aydır silahların sustuğu, çatışmalar nedeniyle ölümlerin olmadığı kalıcı barış adına yürütülen çözüm sürecinde ve daha iyi bir Türkiye için devam eden demokratikleşme çalışmalarında nereye geldik, nereye gidiyoruz...

Birlikte detaylara girmeden kısaca bakalım...

Öncelikle meseleye bakarken çözüm süreci ve demokratikleşme adımlarının her ne kadar iç içe gibi görünse de aslında birbirinden farklı mecralar olduğunu düşünüyorum...

O nedenle de ikisini birbirinden ayırarak değerlendirmeyi doğru buluyorum...

Çözüm Süreci dediğimiz alanın devlet ile örgüt arasındaki bir siyasi ve hukuki bir alan olduğunu, Demokratikleşme dediğimiz ve paketlerle devam eden gelişmelerin ve  adımların ise devlet ile Türkiye halkları arasında bir siyasi ve hukuki alan olduğu kanaatini taşıyorum..

Bu süreç ve alanları tek parça olarak görenler, değerlendirenler de olabilir, birinin diğerinin alanına etkisi her ne kadar sıkça olsa da ben bu iki siyasi alanın tamamen içi içe olduğunu düşünmüyorum...

Bu mecralar  bence ayrı ayrı değerlendirilmesi ve yürütülmesi gereken siyasi alanlar...

Demokratikleşme Süreci...

Bu süreç demokratikleşme paketlerinden oluşan bir süreç...

Dört parti onay şartlı abuk subuk bir uzlaşma anlayılşıyla oluşturulan ve ülkenin iki yılını bilinçli veya bilinçsiz şekilde heba edenyeni anayasa komisyonu çalışmalarından umutlar da kesilmişken, belki de en doğru olan yöntem ‘’paketleşerek’’ demokratikleşmek...

İşte geçtiğimiz günlerde onbir yıllık iktidarın beşinci demokratikleşme paketi açıklandı...

Bazılarımız yetersiz buldu, bazılarımız ben gibi buna da şükür dedi, bazılarımız ise anayasa mahkemesine iptal için başvuracak kadar karşı duruş gösterdi...

En güzeli de toplumun genel çoğunluğunun her yeni paketi yetersiz bulması ve bununla yetinmemesi, daha fazlasına olan açlığı ve bu yöndeki legal, silahsız, sivil duruşu ve talepkarlığı...

Bu zamanla daha fazla özgürleşecek Türkiye’nin de bir nevi garantörü sayılabilecek bir duruş...

Zira demokrasi denilen ‘’lanet’’ uçsuz bucaksız başı sonu belirsiz bir siyasal sistem...

Lanet dediğime bakmayın, iyi ki de öyle...

Daha iyisi icad olunana kadar da en sevdiğimiz bişey bu demokrasi...

Türkiye koşullarında daha fazla demokrasi ise gerçekten sağlam sabır gerektiren bir durum...

Öyle ise daha fazlası için şiddete başvurmaksızın sabretmeye hep birlikte devam...

Çözüm Süreci...

Açıkça ifade etmek gerekirse bu süreçte işler biraz sıkıntılı...

Nasıl olmasın ki...

Bir yandan pusuda bekleyen içleri nefret dolu kan uykucuları...
Bir yandan salt siyasi rant uğruna çözüme yürüyenleri engellemeye çalışan kıt siyasetçiler...
Bir yandan silahından tut, ilacına, uyuşturucusuna bilumum illegaliteden beslenen bir kısım sermaye...

Belki saymaya kalksak onlarca yüzlerce çözüm ve barış karşıtı dinamiğe rağmen ayakta kalmaya çalışan bir süreç...

Yetmezmiş gibi çözüm adına yola çıkmış taraflardan gelen abuk subuk söylemler ve seçime endeksli çıkışlar...

Adının ve başlatılmasının bile yaklaşık on aydır ölümlere hamdolsun engel olduğu diken üstünde bir süreç...

Tek kazanımı şu anda silahların susması olan ve daha çok yol alınması gereken bir süreç...

Özetle...

Türkiye halkları olarak sabırla sürdürmek, geliştirmek, olgunlaştırmak, ilerletmek, büyütmek durumunda olduğumuz iki bebeğimiz var...

Bu ikiz bebeklere iyi sahip çıkmalıyız...

Zira, Allah vermesin evlat acısı tarifsiz zordur...

On ay öncesine kadar hemen her gün ağlattığımız analarımız maalesef çok iyi bilirler o acıyı...

Bu vesile ile...

On yıllarca süren ve engel olamadığımız, dolayısıyla her birimizin az ya da çok sorumlu olduğumuza inandığım ‘’kardeş savaşı’’ nedeniyle, bir şekilde sebep ortağı olarak ağlattığımız tüm anaların ellerinden öpüyor, bayramlarını kutluyor ve  kendi payıma tüm analarımızdan af diliyorum...

İyi bayramlar dilerim...

Hoş Kalın
13 Ekim 2013

@cngzkync

6 Ekim 2013

Andımız, Milletvekili Yemini ve Diğerleri


Geçtiğimiz günlerde ilkokullarda her sabah neredeyse bir asırdır bizlere mecbur tutularak okutulan, dikte edilen sözde ‘’andımız’’ ın ilkokullarda okunma mecburiyeti kaldırıldı.

Sözde andımız diyorum çünkü and içeriğinden de anlaşılacağı gibi, bu and –mız ekini hak edecek bir içerikte değil tam tersine bir tek Türk etnik kimliğini vurgulayan bir metindi.

Kısaca söylemek gerekirse Türkiyeli Çerkes bir genç artık her sabah ‘’Türküm doğruyum çalışkanım’’ demek zorunda kalmayacak..

Aynı şey bir Laz genci ve Kürt genci ve diğerleri için de geçerli olacak...

Andın detaylarını  hepiniz ezbere biliyorsunuz zaten burada tekrarlamaya gerek yok...

Dedim ya neredeyse bir asırdır beyinlerimize kazınmaya çalışılmıştı zaten, yani hatrlamak isterseniz zaten kolayca hatırlarsınız iser istemez...

Biliyorum birileri hemen çıkı, kardeşim oradaki Türk ifadesi Kürt, Laz, Çerkes ve diğer tüm etnik kimlikleri kapsayan üst kimliktir sözde savunmasını dile getirecektir.

Yok kardeşim, yok öyle bir şey...

Kimliğin aidiyetin altı üstü olmaz...

Hangi kimlik neye göre alttır üsttür ?

Kimin hangi hakla bunlardan birini diğerine üstün kılmak alt veya üst diye tanımlamak hakkı vardır ?

İlla da bir üst kimlik arayıp bulacaksanız bu Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığıdır...

Ötesi berisi yok...

Laz Lazdır...
Çerkes Çerkesdir...
Kürt de Kürt...

Tabi bunlardan bahsetmişken, bir de hala dillerden sökülüp atılamayan bir ‘’kökenli’’ ifadesi var...

Laz kökenli, Çerkes kökenli, Kürt kökenli...

Mesela ne hikmetse ben pek rastlamadım Türk kökenli ifadesine, böyle ifade edene, siz rastladınız mı bilmiyorum...

Genelde Türkler hariç diğer Türkiyeli halklar nedense hep bir kökenli ifadesi ile anılır...

Ne münasebet...
Ne kökenlisi mökenlisi...
Kökenli mökenli yok...
Kim neyse odur...
Lazsa Lazdır
Çerkesse Çerkes...
Kürtse Kürt..
Türkse Türktür...

Hazır söz konusu andın okunma mecburiyetinin kaldırılmasından bahsederken, geçen gün ergenekon davasından yargılanan bir milletvekilinin eksik kalan yemin ritüeli de geldi aklıma...

Andımızdan çok da bir farkı yok..

Yine etnik vurgular hakim..

Üstelik tamamen göreceli olan namus, şeref gibi kavramlar üzerinden hazırlanmış bir metin ile yapılan yeminin ne manası olabilir ki..

Neye yarıyor, ne anlam ifade ediyor, kişileri ne derece bağlıyor, her biri ayrı bir soru...

Her vekilin kendi inancına göre ve kendi rızasıyla (isterse) kendi kutsal kitabına el basarak bir yemin etmesi söz konusu olsa, belki bir derece daha anlamlı olacağı kanısındayım..

Benim gönlümden geçen bu ritüelin tamamen kaldırılması...

Zaten bir milletvekilinin görev yetki ve sorumlulukları yasalarla belirlenmişse böyle bir yemine gerek var mı ki ?

Osmanlı’da ilk yemin töreni 1877 yılında, Mebusan Meclisi’nin açılışında yapılmış ve vekiller, “Zat-ı Hazret-i Padişahîye ve vatanıma sadakat ve kanun-i esasi ahkâmına ve uhdeme tevdi olunan vazifeye riayetle hilafından mücanebet eyleyeceğime kasem ederim” diyerek yemin etmişler.

1921 Anayasası’nda yemin metni yer almazken, 1924 Anayasası’nda vekillerin ‘‘Namusum üzerine söz veririm ki: Vatanın ve milletin mutluluğuna, esenliğine, milletin kayıtsız şartsız egemenliğine aykırı bir amaç gütmeyeceğim ve Cumhuriyet esaslarına bağlılıktan ayrılmayacağım’’ şeklinde  yemin etmelerine karar verilmiş.

1961 Anayasası’nda, “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm” halini alan ve her yapılan yeni anayasayla birlikte daha da uzayan yemin metni 1982 de 12 Eylül darbe Anayasası ile bugünkü şeklini almış.

1982 Anayasasının ‘’Andiçme’’  başlıklı 81. Maddesinde yer alan yemin metninin tamamen kaldırılamıyorsa, hiç değilse ideolojik ve etnik unsurlardan arındırılmış, kısa ve sade bir şekilde hazırlanması sağlanmalı diye düşünüyorum...

Aslında daha bir çok yemin metni var gözden geçirilmesi veya tamamen kaldırılması gereken..

Asker yemini, devlet memurları yemini, anayasa mahkemesi üyeleri yemini gibi yeminler ve bunların ritüelleri de ne yazık ki ideolojik ve etnik unsurlar içeriyor...

Darısı yeni demokratikleşme paketlerinin başına....

Hoş Kalın
06 Ekim 2013
@cngzkync

YEMİNLER:

Asker Yemini : ‘’Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim.’’

Devlet Memurları Yemini: ‘’Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma...; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağım... namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.’’

Anayasa Mahkemesi Üyesi Yemini: “Türk milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını koruyacağıma... namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”