24 Aralık 2013

BUMERANG


Hayır, hepimizce malum bir cemaatin liderinin geçtiğimiz günlerde ellerini defaatle göğe kaldırarak gayet içten bir şekilde sarf ettiği o bedduaların bumerang etkisi ile geri dönüp dönmeyeceğinden bahsetmeyeceğim. 

Bu noktada sözkonusu konuşmayı ve konuşmacıyı inanç cephesinden bakan bir ifadeyle yüce Yaradana havale etmek, o konuşma beddua mıdır yoksa başka bir ruh halinin dile gelmesi midir diye üzerinde durup zaman kaybetmekten daha doğru ve yararlı olacaktır. 

Neden icap ediyorsa, gayet düzenli olarak, özellikle de iktidarın ‘’ulusa sesleniş’’ konuşmaları benzeri bir edada ‘’paralel’’ zamanlamalarla yapılan bu türden konuşmalar, ne hikmetse mi desem yoksa ‘’profesyonel’’ bir algı yönetiminin eseri olarak mı desem bilemedim, zaten toplum tarafından pek de yadırganmıyor. 

Unutmadan ifade etmek isterim ki bazen ‘’beddualar’’ aslen beddua değil, ‘’büyük taarruz’’ emirleri gibidir, şimdi asıl bahsetmek istediğim konuya döneyim. 

Zihnim bugünlerde şu ‘’devlet içinde çeteler var’’ sözüne takılmış duruyor ve düne, bugüne bakıp içimden kurcalayıp duruyorum bu ifadeyi ve aklıma ister istemez eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanma gerekçesi geliyor. 

Gerekçe şuydu ; 
‘’Silahlı Terör Örgütü Kurma veya Yönetme’’ ve ‘’Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasını Engellemeye Teşebbüs Etme’’..... 

İktidarın tüm itiraz ve aksi yönde kanaat bildirmesine rağmen Başbuğ’un tutuklanması bir yargı gerçeği olarak buz gibi önümüzde duruyorken, Ak Parti yaklaşık 12 yıldır Erdoğan’ın liderliğinde ülkede iktidarken, devlet içinde örgüt ve çete olarak tanımlanan yapılanmalardan bu aralar sıkça söz edilirken, üstelik Başbuğ’u tutuklayan yargı halen aynı yargıyken, bir gün devlet içinde yapılandığı sıklıkla söylenen ve ‘’örgüt’’ olarak bizzat Erdoğan tarafından tanımlanmış bazı yapılar ortaya çıkarıldığında, Başbuğ’u ‘’örgüt liderliğinden’’ tutuklayan o yapı, 7 Şubat MİT krizinde Hakan Fidan üzerinden deneyip başaramadığını bu sefer ‘’yolsuzluk’’ gibi daha farklı bir ‘’sebep’’ kullanarak yeniden denemeye kalkmaz mı ? 

Hatırlayın, operasyon bir kısım medyanın da desteği ile birlikte önce ‘’yolsuzluk’’ tanımı ile başlamıştı ve iktidar eminiyet kadrolarında bazı yeni tayinler ve ilaveten çeşitli savcı tayinleriyle gerekli ön tedbirleri almasaydı,operasyonlar ikinci dalga olarak 28 ilde özellikle ilk etapta yaklaşan yerel seçimleri, sonrasında da genel seçimleri ve en önemlisiCumhurbaşkanlığı seçimlerini de doğal olarak etkileyecek şekilde bazı belediyelere yönelerek genişleyecekti. 

Soruşturmanın Halk Bankası ile ilgili olan kısımda ise yine ‘’yolsuzluk’’ iddiaları ile soruşturma başlatılmış ve yurt içi ve dışında özellikle Neo Con bağlantılı medya organlarının da desteğiyle, başta İran ve bir kaç başka ülkenin de soruşturma haberlerinde adları geçirilerek, konuya uluslararası bir boyut kazandırılmaya çalışılmamış mıdır ? 

Tüm bu iyi planlanmış operasyonların başarıya ulaşması durumunda ise ortaya uluslararası boyutlu bir ‘’yolsuzluk’’soruşturması ve uluslararası bir ‘’suç örgütü’’ ile mücadele algısı çıkmaz mı ? 

Bu algıyı oturttuktan sonra tıpkı Başbuğ’un tutuklanmasındaki ‘’örgüt liderliği’’ suçundan, sonunda Erdoğan’ın kapısına dayanmazlar mı? 

İlk bakışta ‘’yolsuzluk’’ perdesi ile örtülenmiş duran ancak asıl hedefinde tıpkı 7 Şubat’daki gibi Erdoğan olduğu görünen,bir şekilde artık başlatılmış bu soruşturmanın, her şeye rağmen hukuğa ve kamu vicdanına uygun olarak devam ederek sonuçlandırılmasını vatandaş olarak tüm samimiyetimle diliyorum. 

Medyaya da yansıdığı üzere bazı savcıların ve dahi iktidar muhalifi geniş yeplpazeli ittifak cephesinde yer alan bazı yazarların da zaman zaman dile getirdikleri Erdoğan’a yönelik‘’intikam naraları’’ da orta yerde duruyorken, keşke kesin bir dille ‘’yok artık o kadarına da pes’’ diyebilecek rahatlıkta olabilseydim. 

Var görünen oyunu bozacak tek güç iktidarın bizzat kendisidir. 

İktidar hiç bir iddiayı asla perdelemeden, kendisinin de defaatle ifade ettiği gibi kimsenin gözünün yaşına bakmadan bu soruşturmanın devam etmesi yönündeki iradesini ortaya koymalıdır ve bir an önce soruşturmada adı geçen yetkilileri, soruşturma sonuçlanıncaya ve söz konusu kişiler aklanıncaya kadar açığa almalıdır. 

Bir zamanlar başta askeri olmak üzere bir takım vesayetlerle ortak mücadele için iktidar-yargı-emniyet el ele kınından çıkmış o bumerang, bugünlerde umarım gerisin geriye dönmüyordur. 

Biraz eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürür gibi oldu ancak şu deyimi hatırlamakta fayda var... 

Tevekküllünün gemisi batmaz, eşeğini kurt yemezmiş...

Hoş Kalın
24 Aralık 2013 
@cngzkync

23 Aralık 2013

Oynasın Yer Yerinden

Erdoğan ve Kürt-Türk İttifakı karşıtlığında birleşmiş oldukça geniş yelpazeli iç ve dış dinamikler ittifakının bugünlerde yani seçimlere doğru gidilirken yeni bir hamle daha yaptığı görülüyor. 


Her zamanki gibi sinsi ve daha öncekiler gibi kirli...

Tıpkı MİTUludere ve Gezi operasyonlarındaki gibi...


Daha öncekiler gibi üzerinde çokça çalışıldığı belli olan, iç ve dış dinamiklerin profesyonelce işbirliği yaparak hazırladığı mühendislik harikası yeni bir proje ile karşı karşıya Türkiyeliler...


Bu seferki hemen tüm iktidarların hassas karnı olan ‘’yolsuzluk’’ olgusu ile süslenip kamufle edilmiş tek vuruşla bir çok hedefi inhaya yönelik  bir ‘’devirme operasyonu’’....


Amaç hepimizin şiddetle ve ortak akılla karşı duracağı yolsuzluklarla mücadele değil elbette..

Bunun böyle olmadığını operasyonun üç farklı noktadaki dosyaların gelip ‘’siyaseti rehin alma’’ noktasında birleşmiş olmasından bile düz bir mantık güderek rahatlıkla anlıyabiliyoruz.

Operasyonun arkasında olduğu malum şer ittifakının iç ve dış medya yayın organlarının yaptığı yayınlardan da bu operasyonunun farklı bir maksadının olduğu apaçık görülmüyor mu ?

Defalarca yazılarımda kaleme aldığım ‘’paralel devlet’’ yapısının polis ve yargı içine kümelendiği anlaşılan ‘’piyade birlikleri’’ bürokratik hiyerarşiye göre amirlerini ve müdürlerini bırakın bir üst kademe yöneticelerinin bile ruhları duymaksızın bir takım operasyonları kendi kapalı devre ağlarında gerçekleştirdikleri görülmüyor mu?

Amirlerinin müdürlerinin şeflerinin vs haberi dahi olmayan bu hızlı ve sistematik operasyon için bu ‘’piyade birlikleri’’ aynı anda kim veya kimlerden emir alarak gerçekleştirdiler bu operasyonları ?

Sadece Cemaat olarak adlandırılan yapının yayın organlarına yakın olduğu bilinen bazı kalemlerin sosyal medyada aylar öncesinden duyurdukları bir takım gelişmelerden, neden sadece onların bilgisi ve haberi olabilmişti, bu sadece basit bir istihbari gazetecilik başarısı olarak tanımlanabilir miydi ?

Aynı yapının ileri gelenlerinden birinin yine sosyal medyada Hakan Şükür’ün istifasını değerlendirirken yaptığı ve sonradan da twitter hesabından sildiği ‘’belki de hükümete bu son uyarı’’ ifadesinin, operasyonun hemen öncesine denk gelmesi nasıl açıklanabilir ?

Tüm bunları yapanlar Türkiyelileri hala eskisi gibi iletişimsiz kapalı devre bir toplum mu sanıyorlar ?

Türkiyelilerin bu nihai olarak siyasi hedefleri olan operasyonların farkında olmadıklarını mı sanıyorlar ?

Apaçık aldanıyorlar ve düpedüz yanılıyorlar...

Evet Türkiye toplumundan herhangi birini yoldan çevirip ‘’yolsuzluk’’ hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorsanız alacağınız cevap bellidir ve hemen hiç biri böyle bir şeyi tasvip etmeyecektir.

Elbette ben de tasvip etmem ve varsa yolsuzluk yapan her hangi birinin hukuk önünde ve halk vicdanında en ağır cezaya çarptırılmasını dilerim.

Keşke mesele sadece ‘’yolsuzluk’’ ile mücadele noktasında bir operasyon olsaydı da, aslanlar gibi derler ya hani, işte öylece bu operasyonun arkasında ben de durabilseydim.

Bu vesile ile madem bir yolsuzluk iddiası gündeme oturmuş veya oturtulmuştur, iktidarın kendisinin de defaatle belirttiği üzere, ben de sonuna kadar hukuki yollarla bu konunun araştırılmasının ve kimsenin gözünün yaşına suçu sabit görüldüğü an bakılmamasını diliyorum.

Bununla birlikte, devlet içinde var olduğu düşünülen ve benim de defaatle dikkat çektiğim‘’paralel devlet’’ yapılanmalarıyla da mücadelenin aynı kararlılık ve irade ile yürütülmesi ve sonuçlandırılmasını istiyor ve diliyorum.

Ortak akla sahip Kürtler, Türkler ve diğer tüm Türkiyeliler gibi ben de bu toplumun bir bireyi olarak, tek başına olmasa da ana faktör olarak Çözüm Süreci adı verilen ve özünde Kürt-Türk tarihi ittifakını barından bir süreç başlamamış ve bir yıla yakındır da tüm provokasyonlara ve direnişlere rağmen şu anki başarısına ulaşmamış olsaydı, bugün yaşanılan Ak Parti-Cemaat ‘’savaşı’’ dahil olmak üzere hiç bir çatışma Türkiye’de bu boyutta yaşanmamış olurdu diye düşünüyorum.

Bu noktada önceki tüm provokatif hadiseler dahil olmak üzere bu son operasyonda da asıl hedefin yolsuzlukların yakalanması değil, asıl nihai hedefinBaşbakan Erdoğan ve Çözüm Süreci ile birlikte gelişmekte olan Dördüncü Tarihi Kürt-Türk İttifakı ve Yeni Türkiye olduğunu düşünüyorum.

Son gelişmelerin ışığında Kürt Siyasi hareketi çatısı üzerinden başta Demirtaş liderliğindeki BDP ve Türkiyeli tüm Kürtlere tıpkı Gezi sürecinde gösterdikleri doğru tavır ve aklı selim duruş nedeniyle bir Türkiyeli olarak teşekkür ediyorum.

Başbakan Erdoğan'ın son birkaç günde kendisinin de defaatle ifade ettiği gibi, iddia edilen yolsuzluklar konusunda kimsenin gözünün yaşına bakmadığını, hukuk eksenli olarak en kısa zamanda görmek istiyorum.

Savaş var deyip duruyoruz...

Hak eden kazansın...

Kazanacaktır....

Hoş Kalın
23Aralık 2013
@cngzkync

3 Aralık 2013

Dördüncü İttifaka Doğru

Dördüncü Kürt-Türk ittifakına evrilmesi mümkün bir tarihi fırsat dönemini Türkiye ve diğer bölge halkları olarak hep birlikte yaşıyoruz.

Türkler ve Kürtler bu ittifakı bir kez daha başarabilirler mi henüz durum çok netlik kazanmış olmasa da, bölgedeki ve özellikle Türkiye’deki gelişmeler bu olasılığı gün geçtikçe kuvvetlendiriyor ve açıkçası benim zaviyemden bakınca Türkiye halklarına ve bölge halklarına büyük umut veriyor.

Mevcut döneme dair görüşlerimi paylaşmadan önce gelin hep birlikte daha önceki üç kritik Kürt-Türk ittifakına bir göz atalım, bilenlerimiz için hatırlama, bilmeyenlerimiz için bilgilendirme olsun.

Malazgirt...

Bir anlamda Türklerin Anadolu’ya kalıcı olarak girişini sağlayan, daha sonra yani 1299 yılında kurulacak olan bağımsız Osmanlı Devleti’nin de temellerinin atılması anlamına gelen 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharabesi tarihte bilinen belki de ilk Kürt-Türk ittifakı olarak tanımlanabilir.

Bu savaş normalde Selçuklu ile Bizans orduları arasındadır, sayıca daha kalabalık ve Selçuklu ordusunun yaklaşık iki katı olduğu tarih kaynaklarında yer alan Bizans ordusuna karşı, Alparslan o tarihlerde Diyarbakır bölgesinde yerleşik Kürt Mervani Devleti’nden (983-1085) inanç kardeşliği eksenli olarak bu savaşa katılmalarını talep eder.

Zira kaynaklara göre bu tarihten 400 sene önce Kürtler ve 250 sene kadar önce de Türkler İslam’ı kabul etmişlerdir, nihayetinde Alparslan’ın talebine olumlu yanıt veren Kürtler onbinlerce asker ile Malazgirt’de gerçekleşen bu savaşa katılır ve savaş sonrasında Selçuklu ordusu büyük bir zafer kazanarak 1071 de Bizans ordusunu mağlub eder.

Kürt Mervani Devleti bu ittifaktan 14 yıl sonra Selçuklu hükümdarı Melik Şah tarafından yıkılmıştır.

Çaldıran...

Osmanlı Devletinde Yavuz Selim’in hükümdar olduğu yıllarda, doğuda Safevi Devleti Şah İsmail’in hükümdarlığında yayılmacı politikaları ile dikkat çekmeye başlar. Osmanlı Devleti Sunni mezhebe dayalı bir politika izlerken, doğuda Safevi Devleti ise Şii bir politika izlemektedir.

Anadolu da yaşayan Türkmenlerin Şah ismail’in Şii eksenli politikalarına cevaz verip Şah ismail’in yanında yer almaları e Yavuz Selim’i iyice rahatsız etmeye başlayınca, Yavuz Selim buna karşı durmak ister.

Bunu tek başına yapamayacağını iyi bilmektedir ve doğuda yer alan Kürt Beylikleri ile sıcak ilişkiler kurmak ister ve bunu başarır. Şah İsmail’de Venedik’le iyi ilişkiler kurarak Osmanlıya karşı ortak cephe oluşturmaya çalışmaktadır ve diğer yandan da Osmanlıyı içten çökertmek için Yavuz Selim’in kardeşi Şehinşah’ı kendi yanına çekmeye çalışır.

Bu arada Yavuz Selim’in babası II. Beyazıt döneminde Kürdistan bölgesinde çok iyi tanınan ve iyi bir Kürt âlimi olan İdris-i Bitlisi Mekke’de yaşamaktadır. Yavuz Selim, İdris-i Bitlisi’yi İstanbul’a davet eder ve  Doğu ve Arabistan ile ilgili danışmanı yapar. Bir süre sonra da kendisine Kazaskerlik unvanı verir.
Safevi Devletinin ordusu hızlı ve hafif manevra jkabiliyeti yüksek süvari birliklerinden oluşmaktadır ve Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı tek şansı bölgeyi tanıyan ve dağlık alanda manevra kabiliyeti kendi ordusuna oranla çok daha yüksek olan Kürtleri yanına çekmektir.

İdris-i Bitlisi’nin önemli desteği ile Yavuz Selim, doğudaki Sunni Kürt Beyleri ile bir ittifak ve dayanışma kurarak 1514 yılında Çaldıran’da Şah İsmail’in ordularına karşı savaşa girer. Kürtler onbinlerce kişilik bir ordu ile (kaynaklarda 70.000 olarak yer almaktadır) Osmanlı ordusuna katılırlar ve Çaldıran da yapılan savaşta Şah İsmail yenilgiye uğratılır.

Savaşın kazanılmasının ardından Yavuz Selim, Kürt Beylerini Amasya’ya davet eder.  Amasya’daki davete katılan 25 Kürt Beyi ile tarihe Amasya Antlaşması olarak geçen bir tür yerinden yönetim (yurtluk-ocaklık) antlaşması yapar.  Bu antlaşma sonrası Kürtler, II. Mahmut’un dayanılmaz baskı politikaları sonucunda başlattıkları isyanlara kadar geçen süre boyunca, yani yaklaşık 300 yıl bu antlaşmaya uygun olarak huzurla yaşamışlardır.  

Çanakkale...

Fransız devriminin de etkisiyle dünya genelinde özellikle Avrupa da etkili olmaya başlayan milliyetçi ve ulusçu devlet anlayışı 20. Yüzyılın hemen öncesi ve sonrasında Osmanlı Devletini de doğrudan etkilemeye başlamıştır.

Osmanlıya bağlı farklı milletler, İngiltere gibi sömürgeci devletlerin ortadoğuda da Arap milliyetçiliğini kışkırtıcı faaliyetlerinde başarılı olmaları ile birleşince, bu milletler peşi sıra Osmanlı’dan ayrılarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna girmişlerdir.

Her ne kadar Osmanlı içinde halkları bir arada tutmak için çeşitli faaliyetlere girişenler olmuşsa da, bu yapılanmaların çoğu henüz ayrılmamış durumdaki halkları da merkezi yönetime bir anlamda küstürmüş ve onları da ayrılmak için fırsat gözler duruma getirmiştir.

Bu aşamada Osmanlı dan ayrılmayı düşünmeyip hemen her cephede Osmanlı ile birlikte işgal güçlerine karşı savaşlara giren halklardan biri tıpkı Malazgirt ve Çaldıran daki gibi yine Kürtler olmuştur.

Özellikle I.Dünya Savaşında Çanakkale savaşında kazanılan zaferde Kürtlerin de önemli desteği olmuş ve bu savaş ortak tarihin yeni dönüm noktalardından biri olmuştur.

Kurtuluş Savaşı doğudan başlatılmış ve bir kaç yer hariç çoğu bölgede Kürtler işgalci güçleri bozguna uğratmışlardır.

Bu kadar mı ?

Elbette değil...

Türkler ve Kürtler yukarıda önemli bularak detaylara girmeksizin kısaca aktarmaya çalıştığım ittifaklar dışında da bir çok yerde omuz omuza savaşlar vermişlerdir, ortak zaferlere imza atmışlardır.

Tüm bu ittifaklar arasında geçen dönemlerde elbette bir çok farklı sebepten iki halk arasında sorunlar da yaşanmıştır.

Ancak Anadolu’nun bu iki kadim halkı elbette sayıca az olsalar da diğer halklarla birlikte, yakın ortak tarihimizden de hepimizin bildiği üzere Sakarya’da da, Dumlupınar’da da, Kıbrıs Barış Harekatında da, Kore Savaşında da ve bir çok başka yerde omuz omuza mücadele vermişlerdir.

İstanbul’un Fethi fikrini Fatih Sultan Mehmet’e verenin aslen bir Kürt olan Molla Gürani’nin (Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî) verdiği de Osmanlı tarihi kaynaklarında yer almaktadır.

Yeni İttifak...

Tüm bu tarih sayfalarından ortak tarihimize ait mümkün olduğunca kısa notları aktardıktan ve hafıza ve bilgilerimizi kısmen tazeledikten sonra bugüne dönecek olursak...

Şimdilerde, Türkiye’nin yaklaşık otuz yıl devam etmiş ve onbinlerce vatandaşının ölümüne yol açmış bir ‘’savaşın’’ sona erdirilmeye çalışıldığı ve bir yıla yaklaşan bir süredir de çatışma ve ölüm haberlerinin gelmediği bir ‘’çözüm sürecini’’ yaşamaktayız...

Gerek ‘’Arap Baharı’’ adı verilen bölgesel gelişmeler, gerek yenilenmekte olan güç dengeleri ile birlikte değişen lokal ve global ittifaklar ve belki de en önemlisi Türkiye halklarının artık ‘’yeter’’ demesi ile birlikte bir anlamda halkların dayatması sonucu girilen bu çözüm arayışlarında, Türkiye’nin sistemsel bir dönüşüm ve yenilenme sürecine girdiği görülmektedir.

Halklardan gelen bu talebe duyarlılık gösteren mevcut iktidarın, çatışmaları sonlandırmak ve çözümlendirmek noktasında ortaya koyduğu iradeye, yakın zamana kadar devlet ile çatışma yoluyla mücadele etme yolunu benimsemiş örgüt kanadının da 21 Mart Newroz açıklamalarıyla silahlara veda siyasete merhaba diyen bir söylemle olumlu yaklaşması sonucu Türkiye’nin iki kadim halkı dördüncü ve yeni tarihi bir ittifaka doğru yürümektedir.

Bu yeni ittifak yürüyüşünün Erdoğan’ın son Diyarbakır buluşması ile birlikte sadece Türkiye Kürtlerini değil, tüm bölge Kürtlerini de kapsayan bir yürüyüş olduğu net bir şekilde görülmüştür.

İşte tam bu noktada iktidarın, belki de Merhum Özal’lı yıllarda Rusya’nın dağılmasından hemen sonra, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Toplantıları’nın katkılarıyla gerçekleştirilmek istenen zemininde oluşturmaya çalıştığı, daha çok Türk-İslam (Turan) sentezine dayalı büyüme modelinden, günün dayattığı koşullar ve oluşan yeni konjonktür nedeniyle Kürt-Türk İttifakına doğru evrildiği görülmektedir.

İktidarın gerçekleştirmek istediği bu yeni büyüme modeli ise bir takım çevrelerce kabul görmemiş ve bu nedenle de iktidar aleyhine yeni ve normal koşullarda bir araya gelmeleri ve ortak hareket etmeleri mantık sınırları dışında kalabilecek karşı cepheler oluşmuştur.

Çözüm süreci olarak adlandırdığımız sürecin başlatılıp adım adım başarıya doğru ilerlemesine paralel olarak, dış dinamiklerle de desteklenmiş şekilde ortaya çıkan bu iç direncin, çözüm sürecinin söz konusu olmadığı bir ortamda bugünkü gibi bir yeni muhalif cephe yaratması belki de asla söz konusu olmayacaktı.

Yeni devletini kurmaya ve dönüşümünü gerçekleştirmeye çalışan Türkiye’de, örneğin bugünlerde hiç de hoş olmayan düzeye varan bir Ak Parti-Cemaat çatışmasının yaşanması belki de hiç söz konusu olmayacaktı.

Benim gözlemlediğim, Çözüm Süreci ile bu iki taraf arasında iyice belirginleşen, yeni Türkiye’nin büyüme modeli tercihi arasındaki farklılık, gerginlik ve çatışmaya zemin hazırlayan en önemli temel sebep olmuştur.

Yaşanılan gerginlik ve çatışmanın kaynağı bana kalırsa ne dershane meselesidir, ne eğitim sistemidir, ne de direkt olarak zaman zaman dile getirilen devlet içinde ''kadrolaşma'' meselesidir.

Tek başına olmasa da, her iki unsur arasında yaşanmakta olan bu son durumun, elbette bir çok başka faktörle birlikte asıl sebebinin, Türkiye’nin yeni büyüme ve gelişme modeline dair bu Türk-İslam Sentezi ve Kürt-Türk İttifakı modeli arasındaki önemli ve ideolojik farklılık olduğunu düşünüyorum.
Daha önceki yazılarımda da belirtmeye çalıştığım üzere Kürt-Türk İttifakı Türkiye için hayati önem taşıyan dördüncü en önemli ittifaktır.

Bu noktada iktidarın ve ona eşlik eden tüm unsurların bu yürüyüşte başarılı olması içi, bugünün koşullarında yanında yer almayı, siyasetten ve ‘’yandaşlık’’ yaftasından bağımsız ve objektif olarak, siyaset üstü bir konumlandırmayla Türkiye için samimiyetle doğru buluyorum.

Beşinci bir ittifakı gerektirmeyecek şekilde kalıcı olmasını ve tüm Türkiye halkları ve bölgemiz için eşitlik, barış ve refah getirmesini dilediğim Dördüncü Büyük Kürt-Türk İttifakı Yürüyüşünün başarı ile sonuçlanmasını ümid ediyorum.

Hoş Kalın
03 Aralık  2013

@cngzkync

19 Kasım 2013

Duvarlar Yıkılıyor

Geçtiğimiz Cumartesi günü hemen tüm meday tarafından ‘’tarihi’’ olarak tanımlanan ve büyük önem atfedilen bir miting yaşandı Diyarbakır’da, eh madem böyle tanımlanmıştı orada olmak gerekiyordu, ben de öyle yaptım ve yakından izlemek üzere Diyarbakır’a gittim.

Tam da çözüm sürecinde bir takım tıkanmaların yaşandığı, karşılıklı restleşmelerin dile getirildiği gerçekte ‘’sıkıntılı’’ olan bir dönemin hemen üzerine gelişen bu miting, bir miting olmasından ziyade, mitingin katılımcıları anlamında diğerlerinden bir farklılık arz ediyordu.

Otuzyedi yıldır vatanından uzakta olmak durumunda kalmış önemli bir Kürt ozanı Şıvan Perwer’in, uzunca bir süredir geçirdiği talihsiz bir saldırı sonucu sahnelerden uzak kalmış bir başka önemli Türkiyeli Kürt sanatçı İbrahim Tatlıses’in ve her ne kadar devlet katmanında bir takım ikili görüşmeler ve temaslarla şimdiye kadar Türkiye’ye sıklıkla gelip gitmekte olssa da uzun yıllar sonra ilk defa Diyarbakır’a gelecek olan Irak Kürdistanı lideri Mesud Barzani’nin bir arada olacağı bir miting olacaktı.

Bahsettiğim isimler ile birlikte miting dahil karşılama, ziyaret, davet  gibi bir takım başka organizasyonlar çerçevesinde yirmiye yakın Ak Partili bakan ve onlarca milletvekili ve Barzani ile bir araya gelecek olan BDP kanadından Leyla Zana, Ahmet Türk, Osman Baydemir, Altan Tan gibi diğer önemli siyasi aktörler de Diyarbakır buluşmasına katılınca evet buluşmaya ‘’tarihi’’ bir tanım yakıştırmak çok fazla abartılı durmuyor.

Sadece bu miting vesilesi ile gerçekleşen buluşmya katılan isimler mi buluşmayı önemli kılıyordu diye bana soracak olsanız, cevabım daha çok bu buluşma sonrası çıkacak sonuçlara bağlı olarak şekillenecektir olurdu ki nitekim de öyle oldu.

Açıkçası buluşma sonrası ortaya çıkacak tabloyu ve sonuçları duyup görmeden özellikle medyanın miting öncesi atfettiği önemi abartılı ve riskli bulduğumu söylemeliyim.

Ancak miting ve gerçekleşen organizasyonlar sonrası verilen demeçlere paralel olarak ortaya çıkan fotoğraf bu sefer medyayı boşa düşürmedi.

Barzani’nin, Baydemir’in ve Perwer’in barış ve kardeşlik temalı konuşmaları ile birlikte, benim de yazılarımda sıklıkla önem atfettiğim Kürt-Türk ittifakına yapılan vurgulara ilaveten, Erdoğan’ın o etkileyici ve samimi bulduğum coşkulu konuşması da eklenince, Diyarbakır buluşması tıpkı daha öncesinde Diyarbakır’da gerçekleşen son Newroz mitingi gibi ülke siyasi tarihinde önemli bir gün olarak yerini aldı.

Barzani’nin öncelikle Kürtleri kendi aralarında bir ittifaka davet eden ve bu ittifakla birlikte bölgedeki Türk, Arap ve Fars halklarıyla da barış ve huzur içinde bir yaşama olan inancını içeren sözleri çok önemliydi.

Baydemir’in Barzani’ye hitaben Amed’in sizin eviniz, Hewler’in de bizim evimiz olduğunu belirten sözleri ile birlikte dile getirdiği samimi ve coşkulu misafirperver ifadeleri yine oldukça anlamlı ve önemliydi.

Başbakan Erdoğan’ın barışa ve kardeşliğe yaptığı vurgular ile birlikte, dağdan inişlere ve cezaevlerine yönelik umut vaad eden sözleri oldukça önemli, dikkat çekici ve açıkçası bölge halklarına güven vericiydi.

Usta siyasetçi Erdoğan bu miting vesilesi ile elbette ve doğal olarak bu önemli ve tarihi denilebilecek Diyarbakır buluşmasından partisi adına siyasal bir kazanç da sağlayacaktır, bunun yadsınacak hiç bir tarafı yoktur, varsın kazansın ve bu türden güzellikleri bundan sonra da her kim Türkiye toplumuna yaşatabiliyor ve bunu sürdürebiliyorsa varsın onlar da kazansın.

Bu miting vesilesi ile bir kaç arkadaşla birlikte değerli sanatçı Şıvan Perwer’i kaldığı otelde ziyaret edip tanışma fırsatı da bulduk.

Bir dostun üzerime emanet ettiği özel selamını Perwer’e iletme fırsatım da oldu, aldığı selama ‘’ooo’’ diyerek sevinip gülümsemesini ve lütfen sen de ona selamlarımı ilet derken ki mutluluğu görülmeye değerdi.

Hele ki hayatım boyunca unutamayacağım bir başka an daha var ki, o da Perwer ile kaldığı odada bir kaç arkadaşla birlikte, sözleri ünlü Kürt şair Feqiye Teyran’a ait olan Ey Dilbere adlı türküyü hep birlikte söylememizdi...

Türkiye Diyarbakır buluşmasında toplumun ortak aklının bir sonucu ve iktidarın da bu paralelde ortaya irade koyması ile birlikte belki de yıkılırken yeni bir milad olsun diye vaktiyle örülmüş bir kaç sağlam duvarı daha el ele vererek yıktı.

Bu önemli iki gün ve sonrasında elbette daha bir çok şey yaşandı, hepsini bu yazıya sığdırmak inanın pek mümkün değil, yeri geldikçe aktarmaya çalışacağım elbette.

Kürt-Türk İttifakı Diyarbakır buluşması ile oldukça önemli bir mesafe daha kat etti..

Hep birlikte el ele duvarları yıkmaya devam...

Hoş Kalın
19 Kasım  2013

@cngzkync

30 Ekim 2013

Çözüme Doğru

Zebari’nin Ziyareti

Çözüm sürecine ve ortadoğudaki dengelere bakarak geçtiğimiz günlerde gerçekleşen bu ziyareti değerlendirmeden önce, Türkiye’nin Bağdat’la ilişkilerde bir takım sorunlar olduğunun ancak Erbil yani Irak Kürdistan yönetimi ile arasının ise buna nazaran çok daha farklı ve daha iyi olduğunu not edelim.

Zebari her ne kadar ziyaretini Irak merkezi yönetiminin dış işleri bakanı olarak yapmış olsa da, Zebari aslen Kürt olması nedeniyle Kürtlere yani Irak Kürdistanına daha yakın biri, dolayısıyla Zebari’nin ziyaretinde Kürtleri temsil kabiliyeti Irak Merkezi yönetimini (Bağdat) temsilinden daha yüksek.

Zebari ile yapılan görüşmelerde Türkiye ile Bağdat yani Irak Merkezi yönetimi ile devam eden bazı sorunlarının aşılmasını beklemek bence gerçekçi olmayabilir.

Zebari ile yapılan görüşmelerde Irak Kürdistanı ile ilgili konuların konuşulmuş olma ihtimalini ben diğer meselelerin konuşulma ihtimalinden daha yüksek ve dolayısyla Zebari’nin Türkiye ziyaretinin Türkiye’nin Bağdat ile ilgili sorunlarının yumuşatılması veya çözümlenmesi adına gerçekleşmiş olması ihtimalini şu an için zayıf buluyorum.

Zebari’nin ziyareti daha çok Erbil yönetimi ile Bağdat yönetimi arasındaki sorunların ve bununla birlikte Erbil ve Bağdat’ın Suriye ve Rojava konularındaki düşüncelerinin Türkiye ile istişare edilmesi anlamında gerçekleşmiş olduğu ve ziyaretin bu açıdan önemli olabileceği kanaatindeyim.

Zira Türkiye’nin Bağdat yönetimi ile veya Bağdat yönetiminin Türkiye ile  ilişkilerini düzeltmek iyileştirmek gibi bir maksadı varsa, bunun Zebari ile yapılacak görüşmelerle değil  Maliki ile yapılacak direkt görüşmelerle daha mümkün ve efektif olabileceği düşüncesini taşıyorum

Irak Kürdistan Yönetimi

Çözüm Sürecinde Irak Kürdistan yönetimi çok önemli bir yer tutmakla birlikte, Irak Kürdistan yönetimi son dönemde Suriye Kürtleri ile bir gerginlik yaşıyor.

Çözüm Sürecinde Irak Kürdistanı oldukça önemli çünkü Kandil orada ve geri çekilme sonrası örgüt üyelerinin çok büyük bir bölümü Türkiye’den öncelikle Irak Kürdistan bölgesine gidecekler ve daha sonra gerekli koşulların sağlanmasına paralel yeniden Türkiye’ye silahsız olarak dönecekler ve dolayısıyla Irak Kürdistanı bu aşamalara önemli bir ev sahipliği yapacak olan bölge.

Irak Kürdistan yönetimi her şey yolunda giderse silahların bırakılması aşamasına büyük ihtimalle müşahade görevi de üstlenecek olan bir yönetim. Bu konuların ışığında dahi Irak Kürdistan yönetiminin çözüm sürecinde kritik bir rolünün bulunduğunu söylemek yersiz olmayacaktır.

Irak Kürdistanı ve İran

Irak Kürdistanının İran ile iyi ve düzenli ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar iki yönetim arasında zaman zaman bazı sorunlar yaşansa da, iki yönetim arasında ciddi boyutlu sorunların olmadığı görülüyor.

ABD nin İran ile henüz çok fazla olgunlaşmasa da, telefon diplomasisi ile başlayan ve hatta ifadesi biraz  ilginç gelecek ama sosyal medya (twitter) diplomasisi ile de devam ettiği gözlemlenen daha iyi ilişkiler kurma yönündeki gelişmeler ile birlikte, sertlikten yumuşamaya doğru giden bir yolda olduğunu düşünürsek, bölge politika ve dengelerinde de bir takım değişiklikler yaşanmakta olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

Türkiye bu noktada, Irak Kürdistanının ABD-İran ilişkilerinin gelişme ve yakınlaşma eğiliminde olduğu bir dönemde Irak Kürdistanının alacağı pozisyonu iyi takip etmesi gerekecektir. Zebari’nin son ziyareti de bu anlamda bölgedeki yeni gelişmelerin ve yeni denge oluşumlarının, Türkiye için Bağdat yönetimi eksenli değil ancak Erbil yönetimi eksenli olarak karşılıklı değerlendirilmesine fırsat vermiş olabilir.

Suriye ve Rojava Sorunu

Çözüm Sürecinin başka çok ciddi bir ayağını da Suriye meselesi ve buna paralel Rojava yani Batı Kürdistan meselesi oluşturuyor. Hatırlarsak Türkiye’de Öcalan’ı özellikle ve hızla merkeze koyan İmralı görüşmelerinin başlangıcı Suriye meselesi ile birlikte Rojava da PYD nin ‘’Rojava Devrimi’’ ifadesi ile yaptığı önemli çıkıştan hemen sonraydı.

Irak Kürdistanının PYD ile son dönemde yaşadığı gerginlikler de düşünülürse Türkiye deki lokal Kürt sorununun çözüm süreci ile birlikte Suriye nin Rojava bögesindeki Kürt sorunu da, konuşulması ve mutlaka çözülmesi gereken bir bölgesel sorun olarak önümüzde duruyor. 

Kürt Ulusal Konferansı

Çözüm Süreci ile etkileşim halinde olduğunu düşündüğüm ve önemli bulduğum Kürt Ulusal Konferansı bir süredir ‘’teknik’’ gerekçelerle erteleniyor. Erbil yani Irak Kürdistan yönetimi lideri Barzani tarafından sürekli ertelenen bu konferans bir türlü yapılamıyor. Son olarak Kasım ayına ertelendiği duyuruldu ancak konuyla ilgili kişilerin açıklamalarından Kasım ayında yapılmasına da umutla bakılmadığı anlaşılıyor.

Bu konferanın yapılamamasının öneminden çok bölgeyi ilgilendiren asıl konu konferansın yapılmasının doğuracağı sonuçlar olacaktır diye düşünüyorum. PKK lideri Öcalan bu konferansın yapılmasına daha istekli ve bir an önce yapılmasını istiyor.

Bu konferansın yapılması ile birlikte Öcalan’ın Türkiye eksenli bir Kürt liderliği konumundan daha bölgesel bir Kürt lideri konumuna, etkiye ve söz sahipliğine geçiş yapması söz konusu olabilir. Ancak Irak Kürdistan yönetimi lideri Barzani’nin Öcalan’ın lokal liderlikten daha geniş yelpazede bir liderliğe geçişine olumlu bakmadığını gözlemliyorum.

Her ne kadar Barzani hemen hemen bir yarı bağımsız devlet olma noktasında ve daha yerleşik ve düzenli bir yapıda olsa da, her iki liderin etki alanları bölgesel olarak Türkiye ve Irak Kürtleri olmak üzere ayrı ayrı olsa da, sonuçta her ikisi de birbirinden bağımsız olarak Kürt halkı üzerinde etkili ve kendilerince güçlü liderler.

Konferansın yapılması ile birlikte bu iki liderin bölgesel Kürt siyasetinde bir güç paylaşımı yapmak durumunda kalmaları söz konusu olabilir. İran Kürtleri ve Suriye Kürtlerinin, Barzani ve Öcalan gibi kendi bölgelerinde etkili, güçlü ve organize bir takım oluşumları ve liderleri bulunmadığından, konferans gerçekleşirse bunun Türkiye ve Irak Kürtleri eksenli şekilleneceğini ve bunlar arasında bir yönetsel güç paylaşımı şeklinde olacağını söyleyebilirim.

Dolayısıyla Türkiye ve bölgedeki Kürt sorununun çözümünde bu konferansın yapılıp yapılmaması durumu da, konferans sonrası alınması muhtemel bir takım bağlayıcı kararlar nedeniyle bölge genelinde ve Türkiye'deki çözüm sürecinde önemli bir yeni durum yaratabilir.

Çözüm Sürecinde Son Durum

Ne yazık ki, bir çokları gibi çözüm sürecinin iyi gittiğini ve herhangi bir tıkanma vesaire olmadığını söylemeyi, mevcut gelişmeler ışığında açıkçası bir nevi polyannacılık olarak görüyorum. Her şeyden önce bu kadar kıymetli ve hayati bir sürecin gerçekçi ve samimi tavır,  tutum, yorum ve değerlendirmelerle başarıya ulaşacağı kanaatindeyim.

Taraflar arasında tuhaf bir gerginlik pompalama tavrı var ve taraflar karşılıklı olarak seslerini tehdit, had bildirme ve meydan okumalara varacak şekilde sürekli ve sert biçimde yükseltiyorlar.

BDP ve Kandil kaynakları açıklamaların da iktidar kanadından gelen açıklamaların da seçim sürecinin de etkisiyle daha da sertleştiğini söylemek elbette mümkün olabilir, ancak ben çözüm sürecinin mümkün olabildiğince seçim yarışından ayrı ve üstünde tutulması gerektiği kanaatindeyim ve tarafların da çözüm sürecini, içinde bulunduğumuz seçim sürecine kurban etmemelerini diliyorum.

İktidar kanadının Öcalan ve Örgütü birbirinden ayrıştıran ve ciddi stratejik bir hata olarak gördüğüm, ‘’Kandil Öcalan’ı dinlemiyor’’ şeklinde açıkçası mantıksız ve gerçekten uzak  ifadelerde ısrarlı olduğunu ve iktidarın Öcalan’a Kandil’i tuhaf bir şekilde adeta ‘’şikayet’’ ederek ve tabire caizse ‘’ayar vermesini’’ beklediğini gözlemliyorum.

Oysa Öcalan’ın son dönemlerde yaptığı tüm açıklamalarında örgüt yöneticilerine ayar vermeyi bırakın tam tersine yapılan açıklamalara sahip çıkan ifadeler kullandığını görüyoruz.

Zaten Öcalan’ın örgütün kendi inisiyatifi dışında açıklamalarda bulunduğunu düşünsek bile kendi örgütünü karşısına almasını beklemek ne kadar akılcı bir yaklaşım olabilir ki ? Veya önderlikle yönetilen bir yapıda, örgütün yaptığı bir takım açıklamaların Öcalan’ın verdiği inisiyatif dışında olduğunu düşünmek ne derece akılcıdır ? Ortada kendisinin bizzat merkeze konulduğu bir süreç varken Öcalan’ın da örgütü kendisinden ayrıştıracak bir tutum içine girmesini beklemek ne kadar mantıklıdır ?

Peki ya Öcalan’ın örgüt olmadan, örgütün halktaki tabanı olmadan, hatta örgütün yarattığı ‘’tehdit’’ olmadan var olamayacağını ve iktidarının sınırlanacağını kestiremeyeceğini, örgütün gücünün kendisinin gücü olduğunu bilmeyecek birisi olduğunu düşünebilir miyiz ?

Welhasılıkelam

Yaşanan sıkıntıların ve ‘’tıkanmanın’’ giderilmesi adına neler yapılmalı noktasında aklıma gelen iki önemli konudan birinin, Öcalan’ın kamuoyu ile iletişiminin bir an önce geliştirilmesi ve iyileştirilmesi olduğunu, diğer önemli konunun da seçim süreçlerinden bağımsız ve zamana yaymaksızın altıncı demokrasi paketinin TMK, Koruculuk, KCK tutuklulukları ve geri dönüşlere yönelik yasal düzenlemeleri kapsayacak şekilde hayata geçirilmesi olduğunu ifade etmek isterim.

Çözüm sürecinin şu an itibariyle, genelde kamuoyunda sanıldığının aksine pek de iyi gitmediği ve sürecin ne yazık ki kritik seviyede ve kırılgan olduğu kanaatini taşımakla birlikte ;

Tüm bu son dönemdeki olumsuzluklara rağmen çözüm sürecinin devam edeceğinden ve Türkiye halklarının destek ve ısrarı ile tüm tarafların üzerlerine düşeni gecikmelere rağmen yapacaklarından ve sonunda çözüm sürecinin başarıya ulaşılacağından yana ise şu an için herhangi bir endişe taşımıyorum.

Hoş Kalın
30 Ekim 2013
@cngzkync

25 Ekim 2013

BDP OUT - HDP IN

Yerel seçimlere çok az bir zaman kala BDP den yeni bir oluşum geldi...

Aslında yeni oluşum demek pek doğru olmaz çünkü bir süredir zaten resmi olarak vardı, ancak BDP nin HDP ye doğru evrilişinin startı yeni verildi diyebiliriz...

Geçtiğimiz günlerde üç BDP ’li milletvekilinin partisinden istifa etmesi ve buna ilavaten bir bağımsız milletvekilinin de yine HDP ’ye geçme kararı almasıyla birlikte bu evriliş fiilen başlamış oldu...

HDP ’ye geçmesi kesinleşen dört milletvekili Ertuğrul Kürkçü, S.Süreyya Önder, Sebahat Tuncel ve Levent Tüzel, bu dört isimle birlikte HDP de mecliste temsil eden siyasi partiler arasında beşinci parti olarak yerini alacak...

HDP nin kuruluşunda yer alan yetmiş dört kişi arasında işçiler, sanatçılar, memurlar, sendikacılar, emekliler, esnaflar, Profesör ve Doktor ünvanlı akademisyenler ile birlikte bir çok avukat ve  mühendisler de başka meslek gruplarından kişilerle birlikte partide yer alıyor.

Dört milletvekili önümüzdeki günlerde yapılacak HDP kongresi sonrası TBMM ye bu partiye geçişlerini resmen bildirecekler.

HDP (Halkların Demokrasi Partisi) 10-11 Kasım 2012 tarihinde, HDK (Halkların Demokratik Kongresi) adlı oluşumun resmen ilan ettiği bir siyasi parti. Yani hemen hemen bir yıldır bir siyasi parti olarak resmen vardı.

Aralarında Mehmet Bekaroğlu’nun da yer aldığı bazı eski milletvekillerinin de yeni oluşumda yer alabileceği, CHP ’li vekiller ile görüşmelerin de devam ettiği de siyasi kulislerde sıkça söyleniyor.

Sol görüşlü Kürt siyasi hareketinin yerel seçimlere doğu illerinde BDP ile, diğer bölgelerde ise HDP ile gireceği yapılan hararetli toplantı ve tartışmalardan sonra artık iyice netleşti.

Bir diğer netleşen durum ise, Kürt sol siyasi hareketlerinin şu andaki en güçlü temsilcisi olan BDP nin, yerel seçimlere BDP ve HDP olarak iki farklı parti ile girecekken, genel seçimlere sadece HDP adıyla girecek olması.

Tüm bu gelişmeler aslında yazımın başlığını atmama da neden olan gelişmeler...

Hazır bu gelişmeleri sizlere aktarmaya çalışırken unutmadan BDP nin OUT,  HDP nin ise IN olmasını, yani BDP nin HDP ye evrilişinin Türkiye siyasi yelpazesine  ve siyasetine olumlu bir katkı sunmasını da bir ülke vatandaşı olarak elbette gönülden dilerim...

Benim şu anki bu yukarıda bahsettiğim gelişmelere bakarak yapabileceğim yorumlar arasında  ilk aklıma gelen, tüm bu evrilmelerin BDP nin uzun zamandır dile getirdiği ancak bir türlü başaramadığı Türkiye partisi olma yolundaki istek ve çabalarının somut bir yansıması olduğudur.

Zira BDP ‘nin, yeni partisi HDP ile Türkiye partisi olmaya çalışması ve kanaatime göre bunu hedefliyor olması,  ülke siyaseti açısından bence umut verici ve Türkiye için olması gereken, önemli bulunması ve önemsenmesi gereken bir gelişmedir..

Türkiye nin sol siyasetinde ciddi sorunlar bulunmaktadır ve ülke demokrasisi sol siyaset eksikliğinden dolayı çolak durumdadır.

Bunun en belirgin örneği de ülke siyasetindeki yapıcı, yardımcı ve gerektiğinde de halkın teveccühüne alternatif olabilecek bir muhalefetin, genel siyaset alanında ne yazık ki gözlemlenemiyor olmasıdır.

Benim görebildiğim kadarıyla HDP bir yandan da özetle bu anlamdaki boşluğa talip olduğunu ifade etmeye çalışmakta ve toplumda BDP ile PKK ilişkisi üzerinden oluşmuş kötü algının da telafisine çalışmaktadır.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken BDP içinden Altan Tan’dan gelen bir takım eleştiriler de söz konusu...

Ancak sol tandanslı olan ve sol siyaset yapan BDP den, HDP gibi merkez sola yönelik yeni bir oluşum çıkması bana kalırsa son derece doğaldır. Zaten BDP den merkez sağa yönelik bir oluşum zaten çıkamazdı.
Altan Tan’ın eleştirilerinin kamuoyuna medya üzerinden ‘’BDP de Altan Tan çatlağı’’ olarak yansıtılmasını ise açıkçası abartılı ve sorunlu buluyorum.

Daha açık ifade etmem gerekirse gözlemleyebildiğim kadarıyla Altan Tan elbette benim de BDP de önemsediğim etkili bir isim olmakla birlikte, partisinin genel politikalarına itirazla BDP de ‘’çatlak’’ oluşturabilecek bir isim değildir.

Bence tam tersine Altan Tan’ın BDP’siz kalması gibi bir durumun siyaseten kendisinde derin bir ''çatlak'' oluşturması ihtimali vardır.

Kürt solunda yaşanan tüm bu gelişmelere paralel olarak elbette Kürtlerin siyasi tercihlerinin de tıpkı Türklerde olduğu gibi sadece sol siyasi görüşten ibaret olmadığının altını çizmek isterim..

Genel bir tanımla sağ görüşe sahip diyebileceğimiz Kürtlerin büyük çoğunluğunun, alternatifsizlik veya başka nedenlerle son on yılda siyaseten Ak  Parti saflarında yer almayı tercih ettiği görülmektedir.

Türkiye’nin merkez solda yeni bir yapılanmaya ve sosyal demokrat düzgün bir partiye ihtiyacı olduğu durumu çok nettir...

Elbette Türkiye'nin merkez sağında da yeni bir demokrat yapılanmaya bir süre sonra ihtiyaç olacaktır, ancak bunun aciliyeti merkez soldaki kadar değildir...

Kürt sağı olarak tanımlayabileceğimiz kitleye dair de birkaç kelam etmek gerekirse, örneğin merkez sağda demokrat çizgide, iyi kadroları olan, Türkiye partisi olabilecek türden ve Kürtler tarafından kurulabilecek yeni bir parti ihtimaldir ki Ak Parti ye verilmiş Kürt oylarının bir kısmını geri alabilir.

Tüm bu yeni oluşumlar elbette demokrasimiz adına zenginliktir ve toplumun temsiliyet noktasındaki açıklarını belki iktidar ve muktedir olmayı direk sağlayamasa da biraz daha kapatacaktır.

Ben her halükarda Türkiye'li herhangi bir ırkın, mezhebin veyabaşka bir aidiyetin tek başına hakim ve baskın olduğu bir siyasi yapıyı, Türkiye gibi bir ülkenin ihtiyacı olan bir yapı olarak görmüyorum.

Bugünkü siyasi aklım bana Türkiye’nin merkezlerde yer alabilecek homojen ve bir çok kesimi temsil kabiliyeti yüksek olan siyasi yapılarla yönetilmesinin doğru olduğunu söylüyor.

Hoş Kalın
25 Ekim 2013

@cngzkync

13 Ekim 2013

Demokratikleşme ve Çözüm Süreci

Yaklaşık on aydır silahların sustuğu, çatışmalar nedeniyle ölümlerin olmadığı kalıcı barış adına yürütülen çözüm sürecinde ve daha iyi bir Türkiye için devam eden demokratikleşme çalışmalarında nereye geldik, nereye gidiyoruz...

Birlikte detaylara girmeden kısaca bakalım...

Öncelikle meseleye bakarken çözüm süreci ve demokratikleşme adımlarının her ne kadar iç içe gibi görünse de aslında birbirinden farklı mecralar olduğunu düşünüyorum...

O nedenle de ikisini birbirinden ayırarak değerlendirmeyi doğru buluyorum...

Çözüm Süreci dediğimiz alanın devlet ile örgüt arasındaki bir siyasi ve hukuki bir alan olduğunu, Demokratikleşme dediğimiz ve paketlerle devam eden gelişmelerin ve  adımların ise devlet ile Türkiye halkları arasında bir siyasi ve hukuki alan olduğu kanaatini taşıyorum..

Bu süreç ve alanları tek parça olarak görenler, değerlendirenler de olabilir, birinin diğerinin alanına etkisi her ne kadar sıkça olsa da ben bu iki siyasi alanın tamamen içi içe olduğunu düşünmüyorum...

Bu mecralar  bence ayrı ayrı değerlendirilmesi ve yürütülmesi gereken siyasi alanlar...

Demokratikleşme Süreci...

Bu süreç demokratikleşme paketlerinden oluşan bir süreç...

Dört parti onay şartlı abuk subuk bir uzlaşma anlayılşıyla oluşturulan ve ülkenin iki yılını bilinçli veya bilinçsiz şekilde heba edenyeni anayasa komisyonu çalışmalarından umutlar da kesilmişken, belki de en doğru olan yöntem ‘’paketleşerek’’ demokratikleşmek...

İşte geçtiğimiz günlerde onbir yıllık iktidarın beşinci demokratikleşme paketi açıklandı...

Bazılarımız yetersiz buldu, bazılarımız ben gibi buna da şükür dedi, bazılarımız ise anayasa mahkemesine iptal için başvuracak kadar karşı duruş gösterdi...

En güzeli de toplumun genel çoğunluğunun her yeni paketi yetersiz bulması ve bununla yetinmemesi, daha fazlasına olan açlığı ve bu yöndeki legal, silahsız, sivil duruşu ve talepkarlığı...

Bu zamanla daha fazla özgürleşecek Türkiye’nin de bir nevi garantörü sayılabilecek bir duruş...

Zira demokrasi denilen ‘’lanet’’ uçsuz bucaksız başı sonu belirsiz bir siyasal sistem...

Lanet dediğime bakmayın, iyi ki de öyle...

Daha iyisi icad olunana kadar da en sevdiğimiz bişey bu demokrasi...

Türkiye koşullarında daha fazla demokrasi ise gerçekten sağlam sabır gerektiren bir durum...

Öyle ise daha fazlası için şiddete başvurmaksızın sabretmeye hep birlikte devam...

Çözüm Süreci...

Açıkça ifade etmek gerekirse bu süreçte işler biraz sıkıntılı...

Nasıl olmasın ki...

Bir yandan pusuda bekleyen içleri nefret dolu kan uykucuları...
Bir yandan salt siyasi rant uğruna çözüme yürüyenleri engellemeye çalışan kıt siyasetçiler...
Bir yandan silahından tut, ilacına, uyuşturucusuna bilumum illegaliteden beslenen bir kısım sermaye...

Belki saymaya kalksak onlarca yüzlerce çözüm ve barış karşıtı dinamiğe rağmen ayakta kalmaya çalışan bir süreç...

Yetmezmiş gibi çözüm adına yola çıkmış taraflardan gelen abuk subuk söylemler ve seçime endeksli çıkışlar...

Adının ve başlatılmasının bile yaklaşık on aydır ölümlere hamdolsun engel olduğu diken üstünde bir süreç...

Tek kazanımı şu anda silahların susması olan ve daha çok yol alınması gereken bir süreç...

Özetle...

Türkiye halkları olarak sabırla sürdürmek, geliştirmek, olgunlaştırmak, ilerletmek, büyütmek durumunda olduğumuz iki bebeğimiz var...

Bu ikiz bebeklere iyi sahip çıkmalıyız...

Zira, Allah vermesin evlat acısı tarifsiz zordur...

On ay öncesine kadar hemen her gün ağlattığımız analarımız maalesef çok iyi bilirler o acıyı...

Bu vesile ile...

On yıllarca süren ve engel olamadığımız, dolayısıyla her birimizin az ya da çok sorumlu olduğumuza inandığım ‘’kardeş savaşı’’ nedeniyle, bir şekilde sebep ortağı olarak ağlattığımız tüm anaların ellerinden öpüyor, bayramlarını kutluyor ve  kendi payıma tüm analarımızdan af diliyorum...

İyi bayramlar dilerim...

Hoş Kalın
13 Ekim 2013

@cngzkync

6 Ekim 2013

Andımız, Milletvekili Yemini ve Diğerleri


Geçtiğimiz günlerde ilkokullarda her sabah neredeyse bir asırdır bizlere mecbur tutularak okutulan, dikte edilen sözde ‘’andımız’’ ın ilkokullarda okunma mecburiyeti kaldırıldı.

Sözde andımız diyorum çünkü and içeriğinden de anlaşılacağı gibi, bu and –mız ekini hak edecek bir içerikte değil tam tersine bir tek Türk etnik kimliğini vurgulayan bir metindi.

Kısaca söylemek gerekirse Türkiyeli Çerkes bir genç artık her sabah ‘’Türküm doğruyum çalışkanım’’ demek zorunda kalmayacak..

Aynı şey bir Laz genci ve Kürt genci ve diğerleri için de geçerli olacak...

Andın detaylarını  hepiniz ezbere biliyorsunuz zaten burada tekrarlamaya gerek yok...

Dedim ya neredeyse bir asırdır beyinlerimize kazınmaya çalışılmıştı zaten, yani hatrlamak isterseniz zaten kolayca hatırlarsınız iser istemez...

Biliyorum birileri hemen çıkı, kardeşim oradaki Türk ifadesi Kürt, Laz, Çerkes ve diğer tüm etnik kimlikleri kapsayan üst kimliktir sözde savunmasını dile getirecektir.

Yok kardeşim, yok öyle bir şey...

Kimliğin aidiyetin altı üstü olmaz...

Hangi kimlik neye göre alttır üsttür ?

Kimin hangi hakla bunlardan birini diğerine üstün kılmak alt veya üst diye tanımlamak hakkı vardır ?

İlla da bir üst kimlik arayıp bulacaksanız bu Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığıdır...

Ötesi berisi yok...

Laz Lazdır...
Çerkes Çerkesdir...
Kürt de Kürt...

Tabi bunlardan bahsetmişken, bir de hala dillerden sökülüp atılamayan bir ‘’kökenli’’ ifadesi var...

Laz kökenli, Çerkes kökenli, Kürt kökenli...

Mesela ne hikmetse ben pek rastlamadım Türk kökenli ifadesine, böyle ifade edene, siz rastladınız mı bilmiyorum...

Genelde Türkler hariç diğer Türkiyeli halklar nedense hep bir kökenli ifadesi ile anılır...

Ne münasebet...
Ne kökenlisi mökenlisi...
Kökenli mökenli yok...
Kim neyse odur...
Lazsa Lazdır
Çerkesse Çerkes...
Kürtse Kürt..
Türkse Türktür...

Hazır söz konusu andın okunma mecburiyetinin kaldırılmasından bahsederken, geçen gün ergenekon davasından yargılanan bir milletvekilinin eksik kalan yemin ritüeli de geldi aklıma...

Andımızdan çok da bir farkı yok..

Yine etnik vurgular hakim..

Üstelik tamamen göreceli olan namus, şeref gibi kavramlar üzerinden hazırlanmış bir metin ile yapılan yeminin ne manası olabilir ki..

Neye yarıyor, ne anlam ifade ediyor, kişileri ne derece bağlıyor, her biri ayrı bir soru...

Her vekilin kendi inancına göre ve kendi rızasıyla (isterse) kendi kutsal kitabına el basarak bir yemin etmesi söz konusu olsa, belki bir derece daha anlamlı olacağı kanısındayım..

Benim gönlümden geçen bu ritüelin tamamen kaldırılması...

Zaten bir milletvekilinin görev yetki ve sorumlulukları yasalarla belirlenmişse böyle bir yemine gerek var mı ki ?

Osmanlı’da ilk yemin töreni 1877 yılında, Mebusan Meclisi’nin açılışında yapılmış ve vekiller, “Zat-ı Hazret-i Padişahîye ve vatanıma sadakat ve kanun-i esasi ahkâmına ve uhdeme tevdi olunan vazifeye riayetle hilafından mücanebet eyleyeceğime kasem ederim” diyerek yemin etmişler.

1921 Anayasası’nda yemin metni yer almazken, 1924 Anayasası’nda vekillerin ‘‘Namusum üzerine söz veririm ki: Vatanın ve milletin mutluluğuna, esenliğine, milletin kayıtsız şartsız egemenliğine aykırı bir amaç gütmeyeceğim ve Cumhuriyet esaslarına bağlılıktan ayrılmayacağım’’ şeklinde  yemin etmelerine karar verilmiş.

1961 Anayasası’nda, “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm” halini alan ve her yapılan yeni anayasayla birlikte daha da uzayan yemin metni 1982 de 12 Eylül darbe Anayasası ile bugünkü şeklini almış.

1982 Anayasasının ‘’Andiçme’’  başlıklı 81. Maddesinde yer alan yemin metninin tamamen kaldırılamıyorsa, hiç değilse ideolojik ve etnik unsurlardan arındırılmış, kısa ve sade bir şekilde hazırlanması sağlanmalı diye düşünüyorum...

Aslında daha bir çok yemin metni var gözden geçirilmesi veya tamamen kaldırılması gereken..

Asker yemini, devlet memurları yemini, anayasa mahkemesi üyeleri yemini gibi yeminler ve bunların ritüelleri de ne yazık ki ideolojik ve etnik unsurlar içeriyor...

Darısı yeni demokratikleşme paketlerinin başına....

Hoş Kalın
06 Ekim 2013
@cngzkync

YEMİNLER:

Asker Yemini : ‘’Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim.’’

Devlet Memurları Yemini: ‘’Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına, Atatürk İnkılap ve İlkelerine, Anayasada ifadesi bulunan Türk Milliyetçiliğine sadakatla bağlı kalacağıma...; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyip, koruyup bunları geliştirmek için çalışacağım... namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.’’

Anayasa Mahkemesi Üyesi Yemini: “Türk milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını koruyacağıma... namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”