25 Ekim 2014

Türkiye’yi Ne Hale Getirdiniz ?



Hatırlasanıza...

Türkiye hem bölge hem de uluslararası meselelerde fikri alınan, görüşleri önemsenen ve hatta bir çok sorunun çözümü için yapılan uluslararası görüşmelere ev sahipliği yapabilen veya sorunlu taraflar arasında arabulucu bile olabilen bir ülkeydi.

Obama’nın göreve gelmesiyle birlikte Müslümanlara seslenmek için geldiği Türkiye’den dünyaya verdiği mesajlarda Obama Türkiye’den bir ortaklık modeli olarak bahsetmiş ve Türkiye’nin özellikle bölge ve Müslüman ülkeler arasındaki imajına değerli bir doping yapılmıştı.

Bu dopingle birlikte parlayan ülke imajı sonrası Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan tutun, Birleşmiş Milletlere,  Körfez İşbirliği Konseyine, Arap Ligine ve diğer uluslararası mecralara kadar uzanan bir etki alanına sahip olmuş, sözü geçen ve önerileri dinlenilen ve dikkate alnan bir ülke olmuştu.

Ekim 2011'de Sabah'ta yayınlanan ‘’Darbeye Devşirilmiş Devrimler’’ başlıklı yazımda da aklımın erdiğince kışa dönebileceği ve aslında bir bahar olmadığı, devrim diye halklara pompalanan şeyin aslında birer örtülü darbeden ibaret olduğundan bahsetmiştim.

‘’Arap Baharı’’ ndan direkt etkilenen Kuzey Afrika ülkelerinde ‘’model ülke’’ olarak bile anılmaya başlanmış, Libya’da şova dönüştürülen Cuma namazları kılınmış, Mısır’a görkemli ve coşkulu ''çıkarma'' tadında seyahatler düzenlenmiş, belki de fazlaca gaza gelmiş olmaktan Esad’ın iki haftaya kadar gideceği bile defalarca deklare edilmişti.

Ancak Arap Baharı’nın o ılımlı rüzgarlarının beklenilenin aksine ve terse dönmesiyle birlikte başta ABD olmak üzere, global güç olarak tanımlanabilecek tüm ülkelerin Kuzey Afrika ve Ortadoğu politikalarında değişikliklere gitmesine rağmen, Türkiye bu yeni duruma paralel olarak politikalarında hızlı bir revizyona ne yazık ki gidemedi.

Türkiye’yi yönetenler, yani Ak Parti hükümeti, Stratejik Derinlik adını verdiği ve gerçeklikle uzak yakın ilgisi olmayan bir hayali derinliğin peşinde koşmaya ve hemen tüm dünya onları terk ederken, onlar Müslüman Kardeşler, Hamas gibi yapıların Siyasal İslamcı ideolojilerin adeta Türkiye şubesi gibi davranmaya ve bu ideolojilerin arkasından Türkiye’yi maceraperest bir zihniyetle sürüklemeye frene basmaksızın devam ettiler.

Evet, Arap Baharı ve Ilımlı İslam stratejisi ile Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun yeniden dizaynı fikri tutmamış ve sadece Türkiye değil bu stratejiyi kuran, oynatan, uygulayan o malum oyun kurucular da başarısız olmuşlardı.

Ancak oyunu kuranlar oynadıkları oyunun (projenin) başarısızlığını görünce yeni oyun kurmaya başlamışken, 

Türkiye’yi yöneten Ak Parti iktidarı ise derin stratejik hayalinde ısrarla devam etme yolunu seçince bugün içinde bulunduğumuz çıkmaz sokaklara gelmek kaçınılmazdı.

Her ne kadar iktidar emrindeki Kullanışlı Geridönüşümlü Plastik Demokrat (KGPD) bazı köşe yazarları ve hükümet mensupları ‘’biz tanımıyoruz’’ deseler de, Freedom House’ın Türkiye’deki basın özgürlüğü raporlarından, OECD’nin 36 üye ülkesi arasında yaşanılabilirlikte 36. ve bir çok başka önemli kriterde sondan ikinci veya en fazla üçüncü ülke olduğumuz raporlardan veya daha çok taze  olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğine yeniden seçilemememizden de anlaşılacağı üzere, Türkiye çok ciddi bir prestij ve itibar kaybına uğramıştır.

Ekonominin ihracat, işsizlik vs gibi önemli unsurlarındaki kötü tabloları veya yine KGPD lerin kendilerince yok saydığı ancak devletin bir yandan da üyesi veya abonesi olup aidat benzeri ödemeler yaptığı o kredi derecelendirme kuruluşlarının uyarı ve negatif değerlendirmelerinden burada bahsedip lafı çok fazla uzatmaya da gerek duymuyorum.

Nereye mi gelindi ?

Madem bu soruyu sorduk, o halde hemen Ak Parti hükümetinin en taze ve en ciddi yanlış politikalarından biri olan Suriye ve Irak bağlamında IŞİD politikasından bahsedelim biraz.

Ak Parti hükümetinin Irak ve Suriye karmaşası ortasında yürüttüğü son derece hatalı  IŞİD politikaları sonucu, Türkiye’nin uluslararası alanda IŞİD’i koruyan, kollayan, palazlandıran ve bugünkü gücüne erişmesinde önemli katkısı olan bir ülke olarak görüldüğünü, bölgeye dair uluslarası medyada yer alan haberleri ve analizleri takip eden herkes sanırım farkındadır.

Elbette bu haber ve analizlerin durduk yere KGPD lerin ve hükümetin hemen her aksi sedada verdiği o klasik tepkiden bilindiği üzere, salt Ak Parti veya Erdoğan karşıtlığı, nefreti, alerjisi gibi safsatalar nedeniyle ortaya çıkmadığı aşikar.

Ak Parti ve ideologları, halen onurlu direnişi devam eden Kobani konusunda IŞİD’e verdikleri artık tüm dünya tarafından bilinen dolaylı veya dolaysız desteklerle acaba Suriye’nin kuzeyinin Kürtlerden arındırılıp Araplaştırılmasını ve böylelikle ileride Suriye’nin kuzeyinden geçebilecek petrol boru hatlarının Türkiye 


üzerinden gitmesini sağlamayı ve Kürt petrollerinin Akdeniz’e direkt açılmasını engellemeyi mi kendilerince o meşhur stratejik derinliklerinde düşünüp projelendirdiler.

Yoksa (veya hem de) Kobani’deki direnişe Kobani zorda kaldıkça mecburen ve fiilen destek olacağını düşündükleri (ancak PKK nın stratejik olarak oraya güç kaydırmayı doğru bulmayıp silahlı güç sevk etmediği) Kandil savaşçılarının da oradaki savunmaya katılmasıyla, PKK örgütünün ve Kobani’de yerleşik ama PKK ile organik bağı olmasa da PKK ile iyi ilişkileri olan ve aynı siyasi fikriyata sahip PYD’nin askeri gücü olan YPG’nin savaşan güçlerinin, bir taşla iki kuş vurma niyetiyle IŞİD eliyle imha edilmesini mi planlamışlardı elbette bilemiyoruz.

Ama son gelinen noktada açıkça görülen odur ki, Ak Parti hükümetinin Suriye ve Irak üzerinden yürüttüğü IŞİD politikaları, özellikle Kürt Meselesi bağlamında Türkiye’yi yeniden o sonuç vermeyeceği açık, geleneksel devletçi reflekslere geri döndürmüştür.

Bakın, bugünlerde insanlarımız yine sokaklarda o 90'ların bilinen suikast yöntemlerinden olan ''enseden infaz'' yöntemiyle katlediliyorlar. Yazımı yayına hazırladığım saatlerde 3 askerimizin Yüksekova'da aynı infaz yöntemiyle maskeli ve kimliği meçhul kişilerce katledildiği haberleri ne yazık ki sosyal medyada dolanıyordu. Bu hiç de sıradan olmayan infaz yönteminin sokaklara geri dönüşü oldukça ürkütücü, düşündürücü ve üzerinde dikkatle durulması gereken önemli bir durumdur.

Hangi yanlış politikasından bahsedelim ki, örneğin bir yandan çok önemli olan 2015 Genel Seçimlerine gidilirken ‘’Çözüm Süreci’’ni daha önce de yaptığı gibi bir seçim kazanma aygıtı olarak kullanma eğilimi gösteren Ak Parti’nin, o bir türlü vazgeçemediği ve bilinen ‘’oyalamacı’’ tavırları, diğer yandan Kobani’nin haklı direnişine karşı gösterilen ‘’ha düştü ha düşüyor’’ ve ‘’Kobani’nin Türkiye ile n'alakası var’’ gibi kibirli ve üsttenci ama akıldan yoksun tavırların, hem Türkiyeli Kürtler ve hem de Türkiye dışındaki Kürtler üzerinde yarattığı kırıklıkların daha önce yaşanmış Roboski benzeri hadiselerdeki kırıklıklarla birleşerek, derin bir fay hattı yarattığı dikkatlice görülmelidir.

Sadece Kobani’de ve sadece Suriyeli Kürtler nezdinde mi yaşandı bu son kırılmalar ? Tabi ki hayır, hatırlayın Türkiye Irak’taki IŞİD’in Kürtlere karşı olan savaşında da Peşmergelere destek olmamış ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve halkının nezdinde bu durum, en yetkili ağızlardan hayal kırıklığı olarak nitelendirilmişti.

Uluslarası alanda müttefikliğinden şüphe edilen bir ülke haline gelmiş bir Türkiye için, kendi Kürtlerinin gözünde Kobani ve IŞİD politikalaryla yerle yeksan olmuş ‘’imajı’’, sanırım Türkiye’yi yönetenler için en ağır ve en dramatik durumdur.

Bu durum yönetenlerin çok da umrunda olmazsa ne mi olur ?

Oluşan bu kırıkların, fay hatlarına ve bu fay hatlarının da halen birikmekte olan enerjiyle adeta bir deprem gibi belki de son kez şiddetle sarsılmasıyla ortaya çıkacak şey, gönül her ne kadar arzulamasa da bir duygusal kopuştan başka bir şey olmayacaktır.

Türkiyeli ve bölgedeki diğer ülkelerdeki Kürtlerde, yani her fırsatta dillerine pelesenk ettikleri ‘’Kürt kardeşlerinde’’ giderek sıklaşan hayal kırıklıklarını yaratanların unutmaması gereken şeylerden biri de Kürtlerin de ‘’zorla güzellik olmaz’’ özdeyişinden haberdar oldukları.

Ne hale getirdiniz ülkeyi ? diye sormuştuk ya...

Eyy Ak Parti ! Hükümetiniz ve yürüttüğünüz politikalarınız ile, bu da yetmezmiş gibi maksimum seviyede fanatik ve tam anlamıyla partizanlaşmış, toplumun yürüyeceği yolu aydınlatabilen değil sizin tuttuğunuz fenerin (belki de ampulün demek lazım) ışığında yürüyebilen sözde ‘’aydın’’ ekibiniz ve KGPD lerle doldurduğunuz o havuz olarak adlandırılan medyanızla Türkiye’yi ne yazık ki bu hale siz getirdiniz, açın gözünüzü ve kulağınızı, Türkiye’de birşeyler giderek dayanılmaz ve çekilmez bir hal alıyor.

Türkiye'yi uzunca bir süredir iyi yönetemiyorsunuz...

Ne demiş atalar....

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az...


Hoş Kalın
25 Ekim 2014
@cngzkync

3 Eylül 2014

Demirtaş’ın Çepiği

Bir tartışmadır gidiyor….
Konu, CHP’li Milletvekili Engin Altay’ın Cumhurbaşkanı yemin töreni öncesi Başkanlık Divanı’na Anayasa ve İçtüzük kitapçığını fırlatması ve sonrasında Demirtaş’ın medyaya açıklamalar yapmak durumunda da kaldığı ‘’alkış’’


Yazımın başlığında geçen ‘’çepik’’ kelimesinin, Türkçe’deki karşılığının ‘’alkış’’ olduğunu da hatırlatarak devam edelim…


Demirtaş zaten bu konuda bazı açıklamalar yapmış ve neden alkışladığını izah etmek durumunda kalmıştı…
Burada o izahatların ve kendisinin ifade ettiği nedenlerin üzerine çok fazla birşeyler eklemek niyetinde değilim…


Konu gereğinden fazla ve maksatlı olarak uzatılıp medya ve sosyal mecralarda yer alınca üzerime vazifeymişcesine kısa bir iki kelam da ben edeyim dedim…

Tüm tartışmalar ve Demirtaş’ın bir yerde mecbur kaldığı izahatlar bir yana, ben de Demirtaş’ın TBMM deki yemin töreninde doğru tavrı sergilediğini ifade edenlerden yana taraf olduğumu, burada gönül rahatlığıyla ifade etmek isterim…


Demirtaş’ın bu tavrını doğru bulmama sebep olarak buraya bir çok söz de sıralamak mümkün ancak ben bir örnek olması açısından sadece şunlarla yetinmeyi tercih edeceğim…



Bu örnek aslında Türkiye’deki iki önemli muhalefet partisinin yürüttükleri muhalefet ve siyaset anlayışlarının da güncel bir turnusolu gibi…

Örneğe geçelim ve bakalım Kılıçdaroğlu ve Demirtaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile önümüzdeki yeni dönemde karşılıklı görüşmeler konusu hakkında ne demişler….

Kılıçdaroğlu : ‘’Savaş hali olmazsa Erdoğan’la görüşmem’’
Demirtaş : ‘’Savaş olmasın diye Erdoğan’la her gün görüşürüm’’

Erdoğan ile görüşüp görüşmeme konusunda iki sol tandanslı muhalefet partisi liderinin bu iki farklı tavrı aslında bize çok şey anlatmaya yeterli…

Meclisteki CHP’li Altay’ın usul ve uslub olarak tasvip etmediğim protestosu asıl eleştiri konusu olması gerekirken Demirtaş’ın kendisinin de çeşitli şekillerde ifade ettiği sembolik nezaketinin eleştiri konusu yapılmaya çalışılmasının elbette tesadüfi olduğunu düşünmüyorum.

Eleştirilerin asıl hedefinin Demirtaş üzerinden, yükselen ve kendini her geçen gün daha da hissettiren Kürt Siyaseti olduğunu, bizzat Demirtaş’ın siyasetteki başarılı grafiğinin bozulma arzusu olduğunu ve HDP’nin itibar gören ‘’yeni yaşam’’ söyleminin engellenme çabası olduğu apaçık ortadadır.

Tüm bu komplike taarruzlara rağmen HDP kanadındaki siyasi aklın, Sırrı Süreyya Önder’in Erdoğan ailesini gülümseten diyaloğu ve Demirtaş’ın o bazı çevrelerce çok eleştirilen sembolik bir ‘’çepik’’ ile yukarıda saydıklarımdan çok daha önemli olan Çözüm Süreci’ni sekteye uğratma amaç ve hedefini, yani çok önemli bir ‘’oyunu’’ bozup, kurulmaya çalışılan “tezgahı” yıktıklarını görmek gerekir…


Yıkılan ‘’tezgah’’ altında kalanların, “çepik” üzerinden devam eden çırpınışları kendilerini tezgah enkazı altında toz ve çamurda kalmaktan kurtaramazken, Demirtaş son Cumhurbaşkanlığı Seçim kampanyasındaki ‘’Yeni Yaşam’’ söylemi ve yemin törenindeki son başarılı tavrı ile, siyasete kalite ve olgunluk katarak ülke siyasetinin çıtasını yükseltmeye devam ediyor…


Hoş Kalın
@cngzkync

1 Eylül 2014

Cumhurbaşkanı’nı ‘Halk’ mı Seçti?

Malumunuz…
Geçtiğimiz günlerde TBMM’de yeni Cumhurbaşkanı’nın yemin töreni gerçekleştirildi. Ülke tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı, milletvekilleri yani TBMM tarafından değil de bu sefer vatandaşın oylarıyla seçildi.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ilk bakışta bizlere daha demokratik gelen ve halkın demokrasiye ve yönetime doğrudan katılımı adına umut veren bir gelişmeydi.

Peki gerçekten öyle mi ?

Bana göre Türkiye’de bir Cumhurbaşkanı ilk kez halk oylarıyla seçiliyor dersek tam da doğru bir ifade kullanmış olamayız.

Zira 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren Kenan Evren de, halen def etmeyi başaramadığımız mevcut anayasa için yapılan seçim ile birlikte, kendini de Cumhurbaşkanı olarak ‘halka’ seçtirmişti.
Daha doğrusu kendisini Cumhurbaşkanı olarak, hazırlattığı darbe anayasası ile birlikte halka ‘onaylattırmıştı’.

Bugüne bakacak olursak, elbette Kenan Evren’in dayatttığı ve onaylattığı şekilde bir seçim ile seçilmedi yeni Cumhurbaşkanımız, en azından tek başına adaylık gibi bir durum ve dolayısıyla böyle bir dayatma da yoktu ve başka adaylar da seçimde yarıştı.

Peki bu durum Cumhurbaşkanını halk seçti demeye yeterli mi ?

Bance değil, üstelik bu seçimi propaganda amaçlı olarak hiç görülmemiş şekilde abartılı TV yayınları ve bir takım şovlarla süsleyerek halkın gözüne sokmak da bu son Cumhurbaşkanlığı seçimine ‘halk seçti’ ifadesi açısından meşrulaştırmaya yetmiyor.

İktidara yakın medya organlarında sabahtan akşama kadar ‘Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı’ söylemi ile bir tür algı yönetimi yapılmasıyla da hakikat değişmiyor.

Bununla birlikte belki de lügatımızda eskimeyen tek kelime olan ‘YENİ’ yi hemen tüm iktidarların da sürekli kullandığı ‘Yeni Türkiye’ söylemindeki gibi yazıp birleştirince de  Türkiye bir çırpıda ‘yenilenmiş’ olmuyor.
Hem ‘halkın seçtiği cumhurbaşkanı’ hem de ‘Yeni Türkiye’ ifadelerinin, aslında bildik ancak besbelli unuttuğumuz bir algı yönetiminden ibaret olduğu ise bugün yine apaçık görülüyor.

Evet, son seçim hukuki koşullara uygun ve mevcut derme çatma yasalara göre gerçekleştiği için hukuki manada elbette meşrudur, benim ifade etmek istediğim seçimin meşru olup olmadığı noktasında teknik veya hukuki bir durum değil.

Neden mi ‘halk seçti’ diyemiyorum?

Çünkü, her ne kadar Cumhurbaşkanı seçimlerinde direkt halk oy kullanmış olsa da seçim yarışına katılan adayları halk yani biz seçmedik, liderlerin dayattığı adaylara gidip oy verdik.

Zaten mevcut yasalar gereği en az 20 Milletvekili imzası ile cumhurbaşkanı adayı gösterilebildiği için biz adayları belirleyemezdik.


Çünkü, hala yürürlükte olan Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Sistemi, mevcut hükümet dahil yakın dönemdeki gelmiş geçmiş hemen tüm parti ve hükümetlerce değiştirileceği yönünde söz verilmiş olsa da henüz bu söz yerine getirilebilmiş değil.

İşte bu nedenlerle, Siyasi Partiler Yasası değişmeyene ve Seçim Sistemi dar veya daraltılmış bölgelerde ve hatta iki turlu bir seçim sitemine dönüşmedikçe, adayları parti liderleri değil bizzat halk belirlemedikçe, siyasi partilerdeki ‘delege’ ve dolayısıyla ‘lider’ sultaları yıkılmadıkça, ben kendi payıma gönül rahatlığıyla Türkiye halkları bu seçimde Cumhurbaşkanını bizzat kendi seçti diyemiyorum.

Hoş Kalın
01 Eylül 2014
@cngzkync

17 Temmuz 2014

Medeniyet ve Bilim Dili Demogojisi



Hatırlar mısınız ?

Bülent Arınç, 3 Şubat 2012 Akşamı CNN Türk televizyonunda yayınlanan Şirin Payzın’ın yönettiği “Neler Oluyor” programında, Türkçe’nin bir medeniyet dili olduğunu ancak Kürtçe’nin bir medeniyet dili olmadığını, dolayısıyla Kürtçe ile eğitim-öğretim yapılamayacağını, Kürtçe’nin öğretimde ancak seçimlik ders olacağını ifade etmişti.  

Aynı açıklamada bir çoğumuzun belki de gözünden kaçmış bir diğer sorunlu, hatta hastalıklı ifadesi de ‘’Kürtçe gençlerin geleceği açısından sakıncalı’’  şeklindeki sözleri olmuştu. 

Oysa aynı Arınç o açıklamasından bir süre önce Uludere vesilesi ile yaptığı bir başka açıklamada ise, Kürtlerin de Türkler kadar hak sahibi olacağını ifade etmiş ve Kürtlere hak verilmeyeceğini, Kürtlerin ellerinden alınmış haklarının Kürtler tarafından kazanılmasının bir lütuf değil, gayet doğal olduğunu da dile getirmişti.


Vatandaş olarak bizler siyasetçilerin bu birbirinden farklı açıklamalarına ilk kez mi rastlıyoruz ?

Elbette hayır...

Arınç’ ın o günlerde yaptığı talihsiz ve önyargılar barındıran medeniyet tanımı ile genel ve kabul edilen medeniyet tanımı arasında tabii ki çok ciddi farklar söz konusuydu.  

Türkler de Kürtler de birer millet olduğuna göre ve bu milletlerin de kendi dilleri gün gibi ‘’VAR’’ olduğuna göre, bu milletleri ve dillerini medeni ve medeni olmayan diye ayrıştırmak abesle iştigaldi.

Geçtiğimiz gün, vaktiyle Arınç’ın yaptığı türden bir başka abesle iştigali de CHP-MHP nin Çatı Adayı ve şu an için toplamda 7 veya 8 siyasi partinin de ortak adayı olan Prof.Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan duyduk.

İhsanoğlu eski devlet doktrinini derinden derinden dillendirmeye devam ededursun, verdiği röportajla Kürt meselesine bakış açısını ve sorunların çözümü noktasındaki tavrını da bir tık daha netleştirmiş oldu.

İhsanoğlu’nun dedikleri şunlar ;

’Kürtçenin zaten bilim dili olmasını sağlamak o kadar kolay değil ki. Bir dilin, bilim dili olması için en azından bir asrın geçmesi lazım. O dile bütün bilim dallarında zengin literatürü tercüme edeceksiniz; terminoloji yaratacaksınız ; fizik, kimya, matematik, psikoloji, felsefeyle ilgili binlerce terim yaratacaksanız. Bunları bir günde yapabilir misiniz ?’’

Aslında söyledikleri teknik tanım olarak pek de yanlış değil, evet dedikleri olmalı ki bir dil bilimde kullanılabilen bir dil haline gelebilsin.

İyi de, Kürtler de zaten bildik bileli bunun, yani anadillerini yok olmaktan kurtarmanın, kültürlerini var edebilmenin, özetle kimlikleriyle var olabilmenin mücadelesini vermiyorlar mı ?

Peki o zaman soralım İhsanoğlu’na, neden Kürtçe’nin eğitim öğretim dili olarak kullanılmasına karşı duruyorsunuz o halde ? O yüzyıl dediğiniz süre tamamlanmasın ve Kürtçe bir bilim dili olamasın diye mi ?

Demişsiniz ya ‘’ ’Kürtçenin bilim dili olmasını sağlamak o kadar kolay değil’’, evet kolay değil çok doğru...

Yine demişsiniz ya ‘’Bir dilin, bilim dili olması için en azından bir asrın geçmesi lazım’’, evet bu da belki uzunca bir zaman lazım anlamında doğru bir ifade.

İyi de o zaman neden Kürt vatandaşlarının bu zaman sürecini bir an evvel aşmaları için bir yerlerden başlamasına, yani Kürtçe anadillerinde eğitim öğretimlerine destek olmuyorsun, hadi destek olunmayı geçtik neden karşı duruyorsun ?

Neden yazıma Arınç’tan örneklemeyle başlayıp İhsanoğlu’ ile devam ettim diye düşünenleriniz olabilir, onlara cevabım İhsanoğlu’nun içinden bir Arınç çıktığını görmüş olmanın etkisi diyebilirm.

Sizce de öyle değil mi ?

Size de siyasi ve fikri anlamda İhsanoğlu’nun içinden bir Arınç ‘’çıktığı’’, veya İhsanoğlu’nun içine bir Arınç ‘’kaçtığı’’ izlenimi uyandırmadı mı yapmış oldukları açıklamalar ?

Yeri gelmişken belki hem Arınç hem İhsanoğlu için bir fayda sağlar diye şu bilgilendirmeleri yapalım.



1-     Dünyada birçok üniversite bünyesinde Kürt Dili ile ilgili bölümler vardır.
2-     Dünyada birçok akademisyen Kürtçe bilmektedir.
3-     Dünyada birçok akademisyen Kürt Dili kullanarak araştırmalar yapmaktadır.
4-     Kürt Dili, Hint-Avrupa dil gurubundandır.
5-     Kürt Dili, dünyanın sayılı ve kabul edilir dillerinden birisdir.
6-     Kürt Dili, büyük klasik eserler, divanlar yaratan bir dildir.
7-     Melayê Cizîrî, Feqîyê Teyran, Baba Tahirê Uryan, Ehmedê Xanî, Huseynê Bateyî,   
         birkaç Kürt Şair ve Edebiyatçısına örnektir.
8-     Dîwana Melayê Cizîrî, Mem û Zîn, Nûbihar, Mewlûd, Mêjûyî Edebiyatê Kurdî, Bîra 
         Qederê, bir kaç Kürtçe edebi esere örnektir.
9-     Kürt Dili, Dünya’da en az 45 milyon Kürt tarafından aktif olarak kullanılmaktadır
10-   Kürt Dili ile yaratılan onbinlerce eser bulunmaktadır.
11-   Kürt Dili’nin Edebiyat ve Bilim dili olduğu binlerce eser ile zımnen ispatlanmış 
         durumdadır.
12-  Hemen yanıbaşımızda bağımsızlık veya konfedarasyon ilanına çok yakın Kürdistan 
        Federe Devleti adında bir devlet var ve Eğitim, Öğretim ve BİLİM DİLİ de          
        KÜRTÇEDİR.

Kürtçe ile medeniyet ve bilim arasında bir ilişki kuramayan zihniyete, bu ilişkiyi kurabilmede yardımcı olması bakımından Ebu Hanifi Dineveri (820-895) iyi bir örnek olabilir.

Kürdistan’da Dinaver kentinde doğan ve gözlemevi Moğollar tarafından yıkılan çok yönlü Kürt Bilim Adamı Ebû Hanifi Dineveri için Harvard Üniversitesinde Yakın Doğu Dilleri ve Uygarlıkları fakültesinde Öğretim görevlisi Mehrdad R. Izady,  “Kürt ileri gelenleri içinde en mükemmel olanı, İslam topraklarında o güne kadar ortaya çıkmış en büyük beyin olan Ebu Hanife Ahmed Dineverî’dir” demiş.

Yaşamı boyunca çok sayıda esere imza atmış bir Kürt Bilim Adamı olan Dineveri, Flora kitabından, Güneş Tutulması meselesine, Hesap Kitabından, Yıldızların Konumuna, Genel Tarih kitabından, Coğrafya kitabına kadar bir çok konu üzerinde eserler vermiş.

Ümmetçiliğin, hatta Arapçılığın üstün olduğu dönemde “Flora Kitabı”nın metinlerinde, Kürdistan’ın yerli bitkileri için 800’lü yıllarda Kürtçe terimler kullanan ilk yazardır.

Uzun lafın kısası....

Onca yıl başta dili ve kültürü olmak üzere kimliği asimile edilmeye çalışılmış, çoğunlukla yok sayılmış, yasaklarla baskı altında tutulmuş ve ciddi katliamlara, acılara muhatap kılınmış bir milletin, haklarına yeniden kavuşma sancılarını çektiği bir dönemde ve bulunduğu coğrafyalara toplumsal hafızasındaki birikimleriyle demokratik gelişim anlamında, özgürlük ve barış adına son derece ciddi katkılar sunmakta olan Kürt halkının anadilinin, Arınç ve İhsanoğlu‘nunkiler gibi çağdışı kalmış önyargılı ve baskıcı zihniyet ve söylemlerin, Kürtçe’yi veya yine aynı zihniyetin hedefinde olabilecek Lazca, Çerkesce, Gürcüce gibi diğer halk dillerini de bu topraklardan yok edemeyeceği açıktır.


Hoş Kalın
17 Temmuz 2014
@cngzkync

5 Temmuz 2014

Rojava Halepçe Olmasın



Bunu da nereden çıkarttım şimdi değil mi ?

Şimdi ne benzerliği var Rojava ile, sistematik Enfal soykırımının zihinlerde en belirgin kalan kısmı olan Halepçe’yi karşılaştırmanın.

Irak’ta baş gösteren global ve yerel unsurların oyun kurucu olduğu, planlı ve kurgulu IŞİD aygıtının, sıradışı daha doğrusu kolay ilerleyişi ve sonrasında IRAK’ta gelinen durum bölgedeki gelişmeleri takip eden bir çoğunuzun malumudur, yeniden anlatmaya gerek yok.


Irak’ın içinde yaşanan tantana sırasında gözlerden kaçan bir durum vardı. Daha doğrusu üzerinde çok da fazla durulmayan bir durumdu diyelim. Bahsettiğim şey IŞİD’in Musul’a ilerlemesi ve Irak ordusunun ilginç şekilde hiç çatışmadan, Musul’u hiç savunmadan, tek mermi dahi sarf etmeden tüm teçhizatlarını ki buna tanklar, toplar ve diğer ağır silahlar da dahil IŞİD’e bırakarak Musul’u terk etmesiyle başlamıştı. 



İşte bu noktada IŞİD’e bir anlamda lojistik destek sağlanmış ve IŞİD elde ettiği ‘’savaş ganimetlerini’’ yani hemen her türden ağır ve hafif silahları ve araçları hiç beklemeden Suriye’ye taşımaya başlamıştı.



Bugünlerde Kobane yönetimi tarafından ilan edilen seferberlik ve IŞİD’in Suriye’deki unsurlarının Kobane başta olmak üzere Rojava Kürt bölgesine yaptıkları saldırılarla da iyice ortaya çıktı ki, IŞİD’in en önemli hedeflerinden biri genel manada Kürtler olmasa da, Suriye özelindeki hedefi PYD idaresindeki Rojava ve dolayısıyla Rojava Kürtleri.

Tabi bu arada IŞİD’in Irak Kürtleri ile pek mecbur kalmadıkça doğrudan savaşa girmemesi ve Irak Kürt yönetimindeki bölgelere yönelmemesi, ancak Rojava ve PYD yönetimine karşı saldırgan tutum içerisinde olması ise elbette bölgede kurgulanan yeni oyun noktasında üzerinde dikkatle durulması gereken oldukça stratejik ve politik bir konu.

Çok fazla detaya girmeden söylemek gerekirse sözün özü şu ki; Rojava'yı malesef çok kötü günler bekliyor.

Kobane özelinde Rojava elbette bir Musul gibi değil ve PYD nin silahlı güçleri de IRAK'ın çatışmadan araç gerecini silahını bırakıp çekilen Irak ordusu gibi değiller. 



Ancak ortada duran çıplak gerçeklik şu ki, iyi savaşmak için artık sadece kahramanlık ve inanç günümüzün gelişmiş silah teknolojileri karşısında mağlubiyeti bir kaç gün daha uzatmaktan başka bir işe yaramıyor. 
Yani IŞİD ve PYD arasındaki karşılaştırmalı güç dengesi, IŞİD’in Irak’ta elde ettiği yeni silah ve mühimmatlar nedeniyle şu an Rojava Kürtleri ve PYD aleyhine bozulmuş durumdadır.

Kobane ve Rojava daki son durum tabi ki durup dururken ortaya çıkmadı ve görünen o ki her şey adım adım oyun kurucuların tam da planladığı şekilde devam ediyor. Kim bilir belki de oyun kurucular, oyunun adımlarından, aşamalarından biri olarak PKK nın Kandil dahil tüm savaşan kadrolarını Rojava’ya çekmek istiyordur.

Evet, IŞİD saldırılarının Rojava’yı bunaltması sonrası PKK nın tüm güçlerini PYD saflarına ve Rojava'ya çekmesi teknik ve stratejik olarak gerekebilir, belki de PKK buna mecbur bırakılabilir. 

PKK yönetimi bu durumda nasıl bir karar alır elbette kesin bir dille söyleyemeyiz ancak bir tahmin yürütmek gerekirse, PKK güçlerinin Rojava da IŞİD’e karşı savaşmaktan geri durmayacaklarını düşünebiliriz. Zaten bilindiği kadarıyla 3000 civarı PKK savaşçısı uzunca bir süre önce Rojava ya geçiş yapmışlardı.

Peki sonra ne olacak ? Çok uluslu IŞİD’e karşı tek başına bir Rojava ne kadar dayanabilecek ? 

Rojava Kürtlerini ve özelde PYD-PKK güçlerini mümkün olduğunca yok etmek için özenle kurgulanmış bir tasfiye senaryosu olmasın sakın bu ?

Cevabını kendiniz düşünün....

Bir şekilde ortada bir oyun olduğu açık da, peki bu oyunu kim nasıl bozabilir ve Rojava bir Halepçe olma riskinden nasıl kurtulur ?

Evet, maksadım bir komplo teorisi üretmek değil elbette ancak Kürtlerin her zamankinden uyanık olması gereken bir kurgu söz konusu olabilir ve bu türden bir oyunu bozacak en güçlü ve tek hamle başını PYD-PKK-KCK kanadının çekmesi ve sürüklemesi gereken bir PYD-PKK-KDP İttifakıdır.

İşin özü Rojava’dır, PYD-PKK-KDP Rojava nın yönetimi konusunda kan dökülmeden canlar yitip gitmeden çok ama çok acil ortak bir payda bulmalı ve aralarındaki ihtilaflara son vermelidirler.

Rojava konusunda PYD-PKK ve KDP nin mevcut duruşlarından birer adım geri çekilerek ortak bi payda bumaları ve çözüm üretmeleri kaçınılmazdır ve artık şart olmuştur.

Tekraren belirtmekte fayda görüyorum, stratejik olarak bu uzlaşma için ilk adımları atması gereken, ısrarcı olması gereken ve KDP yi ne olursa olsun ikna edip ortak payda bulması gereken taraf öncelikle PYD-PKK-KCK tarafıdır.

Gerek PKK gerekse KDP medyası ve tüm Kürt aydınları tarafların acilen bir süre önce yaptıkları 4 maddeli anlaşmaya da sadık kalarak ve bu anlaşma zeminini kalıcı sonuca ulaştıracak şekilde hızla geliştirerek ortak noktanın bulunması için azami gayret göstermelidirler.

Rojava konusunda taraflar hızlı ve acil bir çözüm üretememeleri durumunda Rojava Kürtleri ağır silahlarla donandırılmış IŞİD e karşı çok ağır ve Halepçe gibi tarihe mal olacak can kayıpları yaşayabilir.

Haydi uyanık olun ve bozun oyunları.



Hoş Kalın
05  Temmuz 2014
@cngzkync