28 Mart 2013

Roboski


19.02.2012 tarihinde ‘’Mazlumun Ahı’’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım, yazımı arşivde bulabilirsiniz, o yazımda Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında Irak, Mısır ve Libya da mazlumların ahının, o ahı alanlardan bir şekilde çıktığını söylemesinden hareketle, Roboski konusunda ümitli olduğumu, ne Başbakan’ın Roboski'yi unutacağını ve ne de unutturacağını söyleyerek, mazlumların ahının yerde kalmayacağını ifade etmiştim.

O tarihlerde Başbakan’ın talimatıyla TBMMM de bir alt komisyon kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştı. Geçtiğimiz günlerde bu alt komisyon çalışmalarını bitirdi ve raporunu sundu. Raporun ne yazık ki toplum vicdanını ve hatta Ak Partili olanlar dahil çoğu komisyon üyesini dahi tatmin etmeyecek bir nitelikte olduğu görüldü.

Roboski de yaşanan katliamın, Başbakan Erdoğan’ın ve iktidarının yıpratılması, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in itibarsızlaştırılması ve aynı şekilde MİT  Müsteşarı Hakan Fidan’ın da itibarsızlaştırılması ve yıpratılmasını amaçladığı yönündeki kanaatimi halen koruyorum.

İlaveten bu katliamın aynı zamanda silahlı örgüte yönelik o günlerde devam eden yoğun operasyonları durdurarak örgüte nefes aldırmayı da amaçladığını düşünüyorum. Roboski deki insan katliamı ile bu operasyonu organize edenlerin bir taşla birden çok ‘’kuş vurmayı’’ öngördükleri aşikar. Bu katliamda bir suçlu var ise bu suçlunun asla Erdoğan ve ekibi olduğuna inanmıyorum. Tam tersine hedefin Erdoğan ve ekibi olduğu fikrindeyim.

Bu nedenlerle, Roboski katliamı üzerinden iktidarı yıpratmaya çalışmanın çok doğru ve hakkaniyetli bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Ancak iktidarın Roboski katliamı sonrası, kendi stratejik yönetsel hataları nedeniyle Roboski meselesinden yara aldığı kanaatindeyim.

Elbette Roboski de en büyük yarayı bölgede yaşayan ve canlarını yitiren Kürt vatandaşlarımızın başta aileleri olmak üzere Türkiyeli tüm Kürtler ve elbette Kürt olsun olmasın vicdanlı diğer Türkiyeliler de almıştır.

Olası bir kalıcı barışa yelken açıldığı, silahların sustuğu bu günlerde, tıpkı Irak'taki, Mısır'daki, Libya'daki gibi, mazlumların ahının yerde kalmaması adına hala yapılacak bir şeylerin olduğuna inanıyorum.

Elbette niyetim siyaset ustası Başbakanımız Erdoğan’a ‘’akıl vermek’’ olmamakla birlikte, Roboski için gönlümden geçenleri boyun borcum bilerek sizlerle paylaşmak istiyorum.

Benim hissiyatım şu ki, Roboski deki mazlum Kürt vatandaşların kapısı, Uludere araştırma Komisyonu raporundaki vicdanları tatmin etmeyen ifadelere ve bugüne değin yaşanmış her şeye rağmen Erdoğan'a ardına kadar açıktır.

Erdoğan sadece bir Başbakan olduğu için değil en başta bir insan olduğu için o mazlum vatandaşlarımızın kapıları Başbakan’dan gelecek bir taziye ziyaretine bence sonuna kadar açıktır.

Erdoğan’ın hele de toplum olarak bugünlerde yapacağı, hiç değilse yarım saatlik bir taziye ziyareti bile, kararlı şekilde arayışında olduğumuz kalıcı barışa çok olumlu bir katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Ne olur veya ne kaybedilir ki Başbakan Erdoğan Roboski’ye kısa da olsa uğrasa ve kabirleri ziyaret etse ?

Ne kazanılır ya da kaybedilir ki Erdoğan rahmete eren Kürt vatandaşlarının kabirleri başında bir Kur'an tilaveti yapsa ?

Hani derler ya, bence wallahi ‘’dadından yenmez’’ ve üstelik bugüne değin Roboski katliamı üzerinden yapılan art niyetli propaganda ve polemikler de son bulur..

Hayırlısı Olsun... 

Hoş Kalın...

28 Mart 2013
@cngzkync

27 Mart 2013

Güncelleşme Vakti


21 Mart tan bu yana geçen zamanda, Öcalan’ın mektubunun ve etkilerinin konuşulduğu, gündemde önemli bir yer tuttuğu görülüyor.  

Ulusalcı ve Milliyetçi çizgideki siyasetçilerin söz konusu mektup sonrası daha da belirgin bir şekilde barışa yaklaşılmış olmasını dahi görmezlikten gelip bunun bir ihanet olduğunu ve Öcalan’ın devlet ve iktidarı dize getirdiğini söylemeye devam ettiğine şahitlik ediyoruz.

Kolay değil elbet, bunca yıldır devam eden çatışmalar üzerinden ve sonrasında gelen şehit haberleri üzerinden siyasi rant devşirmeye alışmış olanların birden bire değişmeleri ve barış havasını soluyarak bu ortama uyum sağlamaları.

Toplumun barış konusundaki ortak aklının ve bu konudaki kararlı talebinin farkına varamamaları elbette kendi siyasi gelecekleri açısından belirleyicidir. Seçim vakti geldiğinde oy verecek olan toplum, elbette yine bu ortak akıl ile tercihini yapacak ve sonucu belirleyecektir.

Ak Parti ve Güncelleşme...

Her ne kadar Öcalan’ın silahlara veda siyasete merhaba zemininde, Kemalizm’i de rafa kaldıran mektubu sonrası, buna ilaveten İsrail’den bir şekilde gelen özür sonrası, başarı hanesine kocaman bir artı eklemiş olsa ve bu başarı Ak Parti uzun yıllar daha siyaset sahnesinin belirleyici aktörlerinin başına yerleştirse de, Ak Parti’nin de genel siyaseti bu yeni dönemde değişmek ve gelimek durumunda kalacaktır.

Ak Parti zaman zaman söylem olarak başvurduğu milliyetçi söylemlerden zaman içerisinde bir miktar daha uzaklaşmak, muhafazakar ve Milli Görüş ağırlıklı kimliğinden biraz daha uzaklaşmak durumunda görüyorum. Ak Parti’nin bu manada siyasetini daha merkez sağa çekerek, hem bir tık daha liberalleşmesi hem de siyasetini ve siyaset dilini daha demokrat bir çizgiye taşıması kaçınılmazdır.

Bahsettiğim boyutta bir güncelleşmeyi başaramayan bir Ak Parti’nin kendi içinden yeni bir demokrat ve liberal oluşumu, önümüzdeki ilk genel seçimler sonrası olmasa da, 2023’ü göğüsleyecek olan iktidarı da belirleyecek, bir sonraki genel seçimler sonrası doğurması kuvvetle muhtemel olacaktır.

CHP ve Güncelleşme...

Halen sol siyasetin %10-15 lik bir bölümünü temsil eden Ulusalcı kanadın kontrolü ve idaresi altndaki CHP de her geçen gün biraz daha Türkiye’de solun iktidar olabilme şansının erdiğini görmekteyiz.

CHP siyaset üretemediği gibi iktidarın Anayasa ve Barış Görüşmeleri konusunda da Türkiye siyasetine ana muhalefet partisi olarak herhangi bir katkı sunamadığı gibi, CHP nin hem bu gelişmelere köstek olmak için elinden geleni yağtığını, hem de bu Türkiye için hayati öneme sahip süreçlerin dışında kaldığını görmekteyiz.

CHP nin kendini Ergenekon davalarına endekslediği, başını bu davalardan kaldıramadığı ve Türkiye’nin sosyal demokratlarını temsil edemediğini, sosyal demokratların seslerini duyuramadığını Türkiye demokrasisi ve siyaseti açısından üzülerek müşahade etmekteyim. Oysa etkin ve güçlü sosyal demokrat bir CHP muhalefetine Türkiye siyasetinin ve demokrasisin çok ihtiyacı olduğu son derece net. Rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, Türkiye demokrasisi CHP’nin bu basiretsizliği nedeniyle sol yanı felç bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

CHP nin ilk genel seçimlere kadar kendini onarmasının pek mümkün olmadığını ve ortada CHP adına ümitlenilecek bir durumun da olmadığını düşüdüğümden, CHP nin ilk genel seçimlere kadar yapması gereken en önemli siyasi hamlenin, hem kendileri hem Türkiye siyaseti adına faydalı olacağını düşündüğümden, CHP nin tabiri yerinde ise işi gücü bırakıp, seçim barajının %5 e indirilmesi için çalışmalarında ve bu konuya yoğunlaşmalarında ciddi fayda görüyorum.

MHP ve Güncelleşme...

MHP nin yürüttüğü siyasetin, ana muhalefet olmamalarına rağmen ve CHP’ye oranla,  hani şu meşhur ve artık söylenecek pek başka bir şeyleri olmadığından, üstelik sanki başka da bir şansları seçenekleri varmış gibi habire tekrarlanan ‘’Ülkücüleri sokağa dökmeme’’ durumlarından hareketle, eh bi rmiktar daha Türkiye yararına olduğunu söyleyebiliriz.

MHP nin özellikle son dönemde yüksek sesle ve gırtlağını yırtarcasına, dolayısıyla da kulaklarımızı rahatsız edecek seviyede haykırarak dillendirdiği ‘’asarız, yıkarız, yakarız, koparırız’’ dan ibaret tehditkar ve aşırı Milliyetçi söylemleri, her ne kadar iyi niyetli bir yaklaşımla toplumun belli bir kesiminin ‘’gazının alınması’’ olarak değerlendirilebilse de, bir yandan da toplumu gerdiği son derece net olarak görülmekte.

Özellikle de barış görüşmeleri sonrası kalıcı bir barışın tesis edilmesi durumunda, haliyle üzerinden siyaset yapılacak terör ve şehidlerimizin de olmayacağını düşünürsek,  MHP nin Türkiye siyasetindeki yerinin giderek azalacağını ve esamesinin okunmayacağını düşünüyorum.

MHP nin genetiği gereği kendini güncellemesinin ve daha merkez bir siyasete, ya da daha demokrat ve liberal bir yapıya geçiş yapmasının mümkün olamayacağı aşikardır.

Bu nedenle MHP ye de nacizane tavsiyem, hatta CHP ile kol kola vererek güç birliği içerisinde seçim barajının %5 seviyesine indirilmesi için var güçleriyle çalışmalarıdır.

BDP ve Güncelleşme...

Mektup sonrası yeni dönemde en dikkat çeken ve önü siyaseten en açık siyasi parti olarak BDP nin yıldızının parladığını düşünüyorum.

Her ne kadar Öcalan’ın mektubu sonrası, şimdiye kadar yürüttükleri genel siyasetin çıtasının Öcalan’ın yeni siyaset anlayışının altında olduğu görülse de, BDP nin Ak Parti ile Yeni Anayasa yapım çalışmaları ve Barış Görüşmeleri konusunda, zaman zaman bazı aksaklıklar yapsada kararlılıkla yürüttüğü çalışmalar, BDP yi Türkiye siyasetinde MHP ve CHP den daha önemli bir pozisyona taşımıştır. 

Bundan sonraki günlerde çok ciddi hatalar yaparak bu pozisyonunu MHP ve CHP ye kaptırmayacak bir BDP nin en azından bir seçim barajı derdinin olmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

MHP ve CHP den Yeni Anayasa ve Barış Görüşmeleri süreçlerine yeniden dahil olma manevraları gelebileceğini de belitmek isterim.

Mevcut pozisyonuna sahip olarak, genel siyaset anlayışını salt Kürt siyasetinden uzaklaştırabilen, daha sol merkezde ve daha liberalleşmiş bir Genel Türkiye siyasetine kaydırmayı başarabilecek bir BDP nin, CHP yi siyaseten saf dışı bırakarak CHP yi ve seçmenini kendi bünyesine  katabilme potansiyelinin dahi olduğunu düşünüyorum. 

Bence vakit tamam...

Vakit, Türkiye’deki siyasetin ve aktörlerinin güncelleşme vaktidir...

Hoş Kalın...


27 Mart 2013
@cngzkync

25 Mart 2013

Devlet Demokratikleşiyor


Yazımın başlığını görür görmez, bunu da nereden çıkardınız, neresi demokratikleşiyor, neye istinaden demokratikleşiyor, bu ne keskin bir kanaatdir diyenleriniz olabilir, olmuştur. Neden böyle düşündüğümü izah etmeye çalışayım...

Bir çoğunuzun malumudur, eski devletin eski askeriyle birlikte kurduğu ve Kemalist seçkinler tarafından da desteklenen, defalarca ve hatta periyodik denecek kadar düzenli bir şekilde darbeler ve muhtıralar üreten o yapıyla mücadele etmek ve bunu değiştirmek için mevcut iktidarın ne kadar çok uğraştığını hepimiz biliyoruz. Devam eden bir takım darbe ve darbe teşebbüsü davaları hepimizin malumu.

Bu kısaca yukarıda ‘’yapı’’ diye bahsettiğim şey elbette Askeri Vesayet olarak tanımlanan yapıdır. Bugüne baktığımızda bu askeri vesayet yapısının büyük oranda çökertildiğini ve devleti yöneten aygıt olmaktan ciddi manada uzaklaştırılmış olduğunu görüyoruz.

Henüz tam anlamıyla demokratik bir düzene geçildiği ve hukuğa aykırı bu yapının değiştiği söylenemez. 

Bu yapının yeniden palazlanıp ortaya çıkmaması için, askeri ve hatta sivil eğitim sistemlerinin Askeri Vesayet’in bir daha oluşmaması amacı için yeniden düzenlenmesi, askerin görev ve yetki tanımlarının yeniden hukuki olarak belirlenmesi gibi çalışmaların yapılması tabii ki gereklidir.

On yıldır ülkeyi yöneten ve bir o kadar süre daha yönetmesi bugünkü koşul ve verilerle muhtemel görülen iktidarın, demokratikleşme algısı öncelikle Askeri Vesayet ile mücadele etmek şeklinde vücut bulmuştur. Bu tavır aynı zamanda iktidarın temsil ettiği tabanın, kendilerine Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne haksızlık eden Kemalizm ideolojisi ile de mücadelesi olmuştur ve halen devam etmektedir.

Aslen Milli Görüş geleneğinden gelen mevcut iktidarın, hem 28 Şubat gibi süreçlerde bizzat yaşadığı haksızlıkların telafisi, hem de henüz Milli Görüş geleneği siyaset sahnesinde yokken, büyük çoğunluğu oluşturan Müslüman vatandaşların Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne yaşadığı dışlanmışlıklar ve diğer tüm problemleri düzeltmek adına yaptığı tüm hamleler, bir yandan da evrensel insan hakları, hukuk ve demokrasi standartlarına hizmet etmiştir.

Devlete yakın zamana kadar hakim olan, katı laikçi seçkinlerden oluşan, Türk etnisitesi hakimiyetindeki yapı, kullandığı  Kemalizm ideolojisi ile Müslüman çoğunluğu akıl almaz anti demokratik uygulamalarla haksızlıklara uğratırken, diğer yandan da ülkede nüfus olarak en geniş kitlelerden biri olan Kürt vatandaşlarımıza de yine benzeri akıl almaz anti demokratik uygulamalar yapmıştır.

Kürt vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu etnik kimlikleri nedeniyle haksızlık görüyor olmalarına ilaveten çoğunlukla Müslüman olmaları nedeniyle daha şiddetli haksızlıklara maruz kalmıştır.

Şimdilerde devleti yeniden kurgulamaya çalışan Başbakan Erdoğan’ın ve Türkiyeli Kürt vatandaşlarımızın devlet idealleri ve demokrasi hedefleri artık ortak paydada buluşmuş durumdadır.

Bu buluşmanın en önemli ve belirleyici delillerinden biri olarak size her ne kadar Türkiye deki tüm Kürtler tarafından önder olarak görülmese de Öcalan’ın 21 Mart’ta Diyarbakır Newroz’unda okunan mektubunu gösterebilirim.

O mektupta Öcalan’ın ve örgütünün de, Kemalizme çok benzeyen ideolojik anlayıştan vaz geçtiği görülmektedir.

Emin olunuz bu durum ve bu kesişme Türkiye için çok büyük bir tarihi fırsattır.

Kemalizm’e rest çeken ve bu anlayıştan vaz geçtiğini, ‘’demokratik bir devlet için sistemi Türkler ve Kürtler birlikte yeniden kurmalıyız’’ anlamında sözlerle vurgulayan Öcalan’ın bu önemli değişimi, bir yandan Türkiye’nin gündeminde otuz yıldır duran savaş halini ortadan kaldırmış, diğer yandan da kendisini Başbakan Erdoğan ile aynı demokrasi idealleri etrafında buluşturmuştur.

Onbinlerce insanımızın canına mal olan çatışmaların bitmesi, vatandaşlarımızın daha fazla demokrasi ve özgürlüğe sahip olması, Türkiye'nin büyük ve güçlü olması için artık kimsenin önünde Türkiye kaynaklı bir engel kalmamıştır.

Devletin değil insanın değerli ve en önemli unsur olduğu döneme fiilen girildiği kanaatindeyim. Devletin demokratikleşmekten başka bir seçeneği artık kalmamıştır.

Birileri hala tarihi gelişmelere şüphe ile bakıp ''ama'' larla patinaj yapadursun...
Birileri hala gırtlaklarını yırtarcasına ''Duyduk duymadık demeyin, biz henüz son sözümüzü söylemedik'' diyedursun...

Ey ahali ! Boşverin siz onları barışa ve demokrasiye koşun...

Boşverin onlar kin ve nefret kusan söylemleriyle hala geçmişten bugüne yumruk sayadursun...

Hani söylerken müjdemi isterim derler ya, işte öyle bir sevinçle söylüyorum...

Asıl siz patinajcılar, tehdit savuranlar ve her durumda bir problem yaratmaya hevesli ''ama'' cılar, asıl siz duyduk duymadık demeyin !

Devlet artık Demokratikleşiyor....

Hoş Kalın...
25 Mart 2013
@cngzkync

22 Mart 2013

Silaha Veda Siyasete Merhaba


Kulakların duyduğuna, gözlerin gördüğüne zor inandığı bir gündemle karşı karşıyayız. Yaklaşık otuz yıldır devam eden çatışma ortamının, daha açık ve bazı ‘’kafa’’ lar bu tanımı inatla kabul etmese de savaşın sonuna gelindiğine işaret eden muhteşem gelişmeler söz konusu.

Devlet ile sözde Kürt vatandaşlarımızın hakları üzerinden silahlı yöntem ile çatışan/savaşan yasa dışı örgüt, siyasi söylemini ve mücadele yöntemini değiştirdiğini, önderi olarak belirlediği Öcalan’dan iletilen bir mektup ile deklare etti... Savaş bitti !

Geçmişe bakıp, sonra dönüp dünkü Newroz kutlamalarında Diyarbakır da okunulan Öcalan’ın mektubunun içeriğine baktığımızda, karşımızda ilk bakışta zihinleri allak bullak eden ve bir çoğuna inanılır gibi gelmeyen ancak karşımızda buz gibi duran bir gerçeklik var artık...

Bahsetmeye  çalışalım...

Öcalan önderliğini yaptığı PKK ya tüm Türkiye’nin gözü önünde, silahları bırakma ve sivil siyaset yapma çağrısında bulundu. Bununla yetinmedi, kuruluş felesefesinin temel jargonu sayılabilecek sol felsefeye ve özellikle Kemalizm’e rest çekti, açıkça reddetti.

Bu kadarla kalmadı, deklarasyonunda bir takım İslami Referanslar vererek siyasetini çok daha merkeze çekerek, Kürt vatandaşlarımızın genel sosyolojik karakterine, kimliğine daha uygun olan inanç temelli değerlere göndermeler yaparak bunlara da saygılı bir dille sahip çıktı...

Gerçekten inanılır gibi değil....

Öcalan öyle bir deklarasyon yayınladı ki ilettiği mektup ile, BDP ve ayrıca HDK olarak tanımlanabilecek, diğer yan solcu unsurları fikren ve siyaseten tamamen saf dışı bırakıp,bugüne dek sürdürülen Kürt siyasetinin çıtasını yükseltti....

Biraz daha ileri götüreyim ifadelerimi, varsın yine bazıları rahatsızlık duysun, ister inanın ister inanmayın, Bahçeli ve Kılıçdaroğlu da dertlerine yansınlar, ancak gerçek şu ki artık Öcalan Türkiye Siyasetinin en gerçek, en doğru, en yapıcı ve en güçlü gayri resmi Ana Muhalafet Lideri oldu...

Erdoğan’ın Siyasi Dehası...

Elbette bu değişim ve gelişimde Başbakan Erdoğan’ın siyasi dehası en belirleyici unsur olmuştur. Sözüm ona TBMM de muhalefet görevini yürüten CHP ve MHP ise tabiri caizse düpedüz çuvalladılar.

İktidar tarafından kendilerine defalarca Yeni Anayasa,başta Kürt Sorunu nu da kapsayan Türkiye’nin Demokratikleşme Sorunu ve Terör Sorunu konularıın çözümü için yapılan işbirliği çağrılarını, bu iki siyasi parti belki de ilk genel seçimlerde sandığa gömülmelerine yol açabilecek şekilde degerlendiremedi.  Hatta Öcalan da dünkü mektubunda bu sondan şu sözlerle bahsetti: ‘’Zamanın ruhunu okuyamayanlar tarihin çöplüğüne gider’’, kim söylemiş olursa olsun bu söze katılmamak elde değil.

Saydığım temel sorunlarla ilgili çözüm kararlılığını devam ettiren Ak Parti ise, çok fazla arzu etmese de bu konuların çözümü için, sonuçta yasal ve halkın bizzat resmi oyları ile meclise gelmiş bir siyasi parti olan BDP ile işbirliği yapmak durumunda kaldı...

Bir dönem, milliyetçi söylemleri nedeniyle Erdoğan’ı ‘’Milliyetçilik’’ yapmakla eleştiren ben dahil bir çok yazar ve yorumcu arkadaşımız da açıkçası çuvalladık.

Meğer Erdoğan bu söylemleriyle bir yandan başarıyla toplumun belli bir kesimin ‘’gazını almakta’’ diğer yandan da çözüm adına mücadele ve müzakerelere devam etmekteyimiş. Meğer biraz daha sabretseymişiz Erdoğan bir süre sonra çıkıp ‘’Her türlü milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık’’ diyecekmiş.

Kendi payıma, o günlerde haklı gibi durduğum ve buna inandığım ancak bugünkü sonuçları itibari ile haksız ve aceleci davrandığımı anladığım ‘’Erdoğan milliyetçi oldu’’ değerlendirmelerim nedeniyle üzgünüm. Hazır günler helalleşme günleri iken, bir siyasetçinin günün ortamına uygun olarak gerektiğinde değişebileceğinin de farkında olarak, ben de Erdoğan dan bu yaklaşımım nedeniyle helallik diliyorum.

İyi de oldu...

Ak Parti’nin BDP ile işbirliği yapması bir bakımdan iyi de oldu, sorumluluk aldığı bu çok önemli konularla ilgili gözle görülür bir siyasi uslup değişikliğine gitmek durumunda kalıp, genel anlamda daha yararlı ve daha kabul edilebilir bir siyasi çizgiye geldi...

Şimdi N’olacak...

BDP nin daha merkez sol siyasete kayacağını,

Ak Parti’nin milliyetçilikten biraz daha uzaklaşacağını daha demokrat bir merkeze kayıp, biraz daha liberalleşmeye çalışacağını,

MHP ve CHP usta bir manevra ile süreclere dahil olmayı başaramaz ise ilk genel seçimlerde çok ciddi oy kayıpları yaşayacağını,

Türkiye’nin siyasi ve ekonomik anlamda önünün açılacağını ve güçlenip büyüyeceğini,

Bazı ‘’uzman’’ geçinip tv lerde gazetelerde abuk subuk çözümsüzlük yanlısı duruş sergileyen zat-ı muhteremlerin medya ve akademi çevrelerinde itibarsızlaşarak başka mesleklere yönelmek durumunda kalacağını,

Başkanlık veya  Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi ile birlikte Türkiye nin mevcut idari yapısını değiştirerek Türkiye dışındaki toplulukların Türkiye’ye siyasi ve ekonomik entegrasyonunun önünün açılacağını,

İlk genel seçimlerinden sonra Türkiye’ye rekor düzeyde yabancı yatırımcının geleceğini, milli gelirin daha da artacağını,

Kürtlerin kendilerine sistematik şeklide yıllardır dayatılan silahsız siyaset yapamazsın baskısından kurtulacağını ve silahsız siyaset özgürlüğüne kavuşacağını,

Türk ve Kürt toplumu arasında olası bir duygusal kopuş riskinin Yeni Anayasa ve silahlara veda ile ortadan kalkacağını düşünüyorum...

Nereden Nereye...

Geçen yıl Newroz da yaşanan şiddeti kayıpları anlatmış, ortak akılsızlık diyerek eleştirmiştim ve Newroz’un resmi tatil ve bayram ilan edilmesinin uygun olacağını önermiştim. Yine öneriyorum Newroz Resmi tatill ve bayram olmalıdır.

Hamd olsun ki bu Newroz da barışı yazmak nasip oldu ve bugünleri görebildik...

Artık silaha veda siyasete merhaba...

Hoş Kalınız..

Newroz Piroz Be / Nevruzunuz Kutlu Olsun

22 Mart 2013
Twitter : @cngzkync

19 Mart 2013

Dünden Bugüne IRKÇILIK -10-


Önceki yazılarımda 1940 lara kadar gelmiştik, bu tarihlerden sonra ise tüm devletlerin gündemine oturan 2.Dünya Savaşı söz konusu. Bu savaşla ve sonuçları ile birlikte Türkiye de bu Tek Tipçi, Faşizan ve Irkçı sistematiğin bir miktar değiştiğini ve tamamen yok olmasa da yüzeyden derinlere indiğini görmekteyiz.

Şöyle ki; Savaşın patlak verdiği ilk yıllarda Türkiye çoğunlukla İtalya, Almanya ve Japonya’nın başını çektiği ve ‘’mihver devletler’’ olarak adlandırılan grubun yanında durmakla birlikte genelde tarafsız  kalmayı tercih etmiştir.

Yine bu süreçte de Irkçı-Turancı akım ve bu akıma gönül verenler açıkça desteklenmiştir. Bununla birlikte devleti yöneten seçkinlerin çoğunun Nazi Almanyasıyla ideolojik ve ticarî anlamda da ilişkiler kurduğu görülmüştür.

Ancak 1944 yılına gelindiğinde, savaşın gidişatı değişmeye ve ‘’müttefik devletler’’ olarak adlandırılan grubun savaşı kazanmacağı belirginleşmeye başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin de adeta ortama uyarak ırkçılığa karşı mesafe koymaya başladığını görüyoruz.

İlk uygulama olarak, 1944 yılında o günlerin  meşhur Türkçü-Irkçı isimleri yargılanır ve o dönemdeki adı ile SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ile flört ve yakınlaşma dönemi başlar. Fakat savaş sonrasında, ABD ve SSCB arasında oluşan yeni dengede o dönem Türkiye’yi yönetenler ABD’den yana tutum alınınca bu kişiler yeniden serbest bırakılırlar. 1945'te tabiri caizse Türkiye devleti ‘’göstermelik’’ olarak müttefik devletler tarafında savaşa girer ve savaş da bir süre sonra biter.

Genel olarak baktığımızda, devletin resmen örgütleyerek desteklediği ve açıkça teşvik ettiği ırkçı çalışmalar 2. Dünya Savaşından sonra yüzeyde görülmeyecek kadar azalır. Tabii ki bu azalma bence bu yıllardır sürdürülen sitematiğin bitmesi anlamına gelmemelidir. Çünkü yüzeyde görülmeyen bu faaliyetler o tarihler itibariyle adeta ‘’derinlere’’ inmiş ve bugüne dek devam etmiştir..

Ne yazık ki Cumhuriyet tarihimizde, hem ırkçı hem de faşist uygulamaların hiç küçümsenemeyecek kadar yoğun ve sistemli olarak yer almıştır.

Ne yazık ki, Cumhuriyet tarihimiz, dönemin diğer Ulus Devletlerinin tarihi gibi, zulüm dolu bir tarihe de sahiptir.

Ne yazık ki, ders kitaplarında “Üstün Türk ırkı” nın anlatıldığı ve ülke toplumunu oluşturan diğer kimliklerin sistematik bir şekilde yok sayıldığı,

Ne yazık ki, on binlerce genç, yaşlı, çoluk, çocuk insanımızın kafataslarının, kol ve bacak uzunluklarının ölçüldüğü,

Ne yazık ki, “Türkçe konuş!” dayatmalarının yapıldığı ve basit iş başvurularında bile “Türk ırkından olmak” şartının arandığı,

Ne yazık ki, bir Başbakanının “Türklük meselesi kan meselesidir” dediği diyebildiği,

Ne yazık ki, azınlıklar olarak tanımlanmış halklara hitaben  “Ya kölemiz olun ya da ülkeyi terk edin” içerikli yazıların yazıldığı, söylemlerde bulunulduğu,

Ne yazık ki, tektipleştirilemeyenlerin yerlerinden yurtlarından şiddet kullanarak sürgün edildiği,
Bir Cumhuriyet tarihine sahibiz.

Şimdi kendi kendimize soralım, ne yazık ki böyle bir geçmişe sahip olan ülkemizde,belki de en yakın ve herkesin de kolay hatırlayabileceği bir örnek olması açısından bahsetmek gerekirse,  Hrant Dink cinayeti gibi bir cinayetin vuku bulması sizce de maalesef gayet olağan değil mi ?!

Hatırlanabilecek ırkçı cinayet örneklerini elbette çoğaltabilirz. Maksadım sizlere bir ırkçı cinayetler kronolojisi sunmak değil elbette. Sadece küçük bir hatırlatma idi.

Hep Türk adı geçti yazılarımda, geçti çünkü kurulan sitematik yapı bu ırkadı üzerine bilinçli bir şekilde kurgulanmıştı.

Şunu da soralım...

Sanki Türkler bu sistematikten zarar görmedi mi sanıyorsunuz ?

Bal gibi gördüler...

Bu ülke topraklarında yaşayan Türkler dahil hangi halklar, inançlar vs bu tek tipçi zihniyetten okkalı darbeler yemedi ki ?

Bugünlere gelirken ülkenin nasıl bilinçli ve sitematik bir şekilde kurucu iradeeliyle Tek Tipçi ve Irkçı bir yapıya dönüştürüldüğünü, bugünlere kadar aynı yoğunlukta olmasa da devam etmiş zihniyetin, toplumuzu nasıl etkilediğini anlatmaya çalıştım.

Elbette anlatılacak daha onlarca detay ve uygulama söz konusu, bu yazım ile birlikte on yazıdır dilim döndüğünce anlatmaya ve hatırlatmaya çalıştım, bir çok olumlu tepki ve teşekkür yanında, elbette özellikle bugünün Kemalist ve Ulusalcıları ile birlikte Milliyetçi kesimden ufak tefek de olsa bir iki tepki de aldım.

Yazılarımda yorumdan ziyade tüm çıplaklığıyla kaynak ve örnekler vererek gerçekleri yeniden hatırlattığımı düşünüyorum.

Bu konuda yazılacak anlatılacak ve belki de ders alınması için yeniden hatırlanması gerekecek daha bir çok konu ve detay var..

Belki başka bir vesile ile daha detaylı ve kapsamlı olarak yeniden buluşuruz..
Şimdilik bu kadar...

Hoş Kalınız..

19 Mart 2013
Twitter : @cngzkync

15 Mart 2013

Dünden Bugüne IRKÇILIK -9-


Dönemi anlatmaya devamen...

1935 – 1940 arası yıllarda Cumhuriyet Gazetesinin şimdiye dek bahsettiğimiz bu Tek Tipçi, Irkçı ve dolayısyla da Faşist sistematiği desteklemek adına, o günkü Dünya’nın ‘’moda’’ ve ‘’model’’ ideolojisini ülkede yaymaya katkı sunmak adına olsa gerek, sıklıkla Hitler ve Nazi Almanyasını öven yazılar yayınladığı görülür.

Cumhuriyet Gazetesinin Nazi propagandası yaptığı sırada, Kemalist sistemin entellektüelleri ve seçkinleri de Irkçı-Faşist bir takım hayallerini çeşitli yollarla topluma yaymaya çalışmaktadır.

********

Örneğin ;

Türkiye spor tarihinin önemli isimlerinden Selim Sırrı Tarcan, ırkçı ve faşist sistemin uygun gördüğü beden terbiyesi amacı ile ilgili olarak, gerekli olan bir takım disiplin hareketlerini Almanya ve İtalya gibi ülklerden tabir yerinde ise kopyalamak yöntemiyle Türkiye’ye getirir ve adapte eder.

1939 Yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin kurucusu Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Uzman, öjeniyi savunur ve CHP’nin halk konferanslarında bakın şöyle konuşmalar yapar:

“Bir çok cepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler (düşkünlerevi) bîmarhane (şifaevi) ve hapishaneler için nesil yetiştirmek de hiç şayanı temenni (dilemeye yaraşacak şey) değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz.”

1942'de dönemin dünyadaki genel otoriter ikliminden etkilendiği açıkça görülen Başbakan Şükrü Saracoğlu şu açıklamaları yapar ve kimseler rahatsız olmaz.

 “Bizim için Türklük kültür olduğu kadar kan meselesidir”

Daha önce bazı sözlerine bu yazı dizimin önceki bölümlerinde de yer verdiğim, Mahmut Esat Bozkurt, ‘’Atatürk İhtilâli’’ adlı kitabında, şunları söylemektedir :

“Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek Nasyonal Sosyalizmin ve gerek Faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şekliden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk Milleti piramide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan gelen başıdır ki, bizde buna ŞEF denir.  ŞEF, otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.”

********

Güler misin ağlar mısın ?

Dönemin Kemalist elitleri ne kadar da hoşnutlar bu benzerlikten değil mi ?

Öyle ya, daha önce bahsettik, Faşizm ve Nasyonel Sosyalizm, Kemalizm adı altında ‘’moda’’ ve ‘’model’’ bir rejim olarak benimsenince hal doğal olarak böyle oluyor.

Dilerim Mahmut Esat Bozkurt’un bu ‘’manifesto’’ niteliğindeki sözleri bugünlere hangi zihniyetin sonucu olarak geldiğimizi anlamak adına kulağımıza küpe olur...

Bir sonraki, yani 10. yazım bu konuyla ilgili dizinin son yazısı olacak

Hoş Kalınız..

15 Mart 2013
Twitter : @cngzkync

12 Mart 2013

Dünden Bugüne IRKÇILIK -8-


1930 lu yıllarda yaşanılan ve sistematik bir şekilde tesis edilen ırkçı ve tek tipçi ulus devlet çalışmalarına CHP nin parti programında da rastlıyoruz.

1935 CHP Parti Programından Notlar...

Bugünlerde yaşadığımız ve halen tamamen onaramadığımız tek tipçi zihniyete örnek olması açısından 1935 CHP parti programına baktığımızda, o yılların ‘’moda’’ ve ‘’model’’ sistemlerinin en önemli olanlarından biri olan ve ocak 1933 te iş başına gelen Nazilerin parti programı ile CHP nin programının örtüştüğünü görmekteyiz. Bu arada belirtelim programı yazan CHP nin üçüncü adamı olarak anılan ve bilinen Recep Peker. 1931 yılındaki CHP programı da Peker’e aittir.

Örneğin CHP’nin 1935 tarihli programının 50. maddesi adeta Nazilere duyulan takdirin ifadesi gibi. Bakın bu 50.madde ne diyor.

“Türk gençliği, onu temiz bir ahlâk, yüksek bir yurt ve devrim aşkı içinde toplayacak ulusal bir örgüte bağlanacaktır. Bütün Türk gençliğine şevk ve sıhhatlarını, nefse ve ulusa inanlarını besleyecek beden eğitimi verilecek ve gençlik, devrimi ve bütün erginlik şartları her yurdu korumayı en üstün ödev tanıyan ve onları bu ödev uğrunda bütün varlıklarını vermeğe hazır tutan bir düşünüşle yetiştirilecektir. Bu ana eğitimin sonuç vermesi için Türk gençliğinin bir yandan düşünce, karar verme ve girişim kuvvetleri geliştirilecek ve öte yandan, gençlik, onu her zorlu işin başarılmasında tek unsur olan sıkı disiplinin etkisi altında çalıştırılacaktır. Türkiye’de spor örgütü de bu esaslara göre düzenlenecek ve yürütülecektir. Yapılacak gençlik örgütünün, üniversite, okullar ve enstitüler, halkevleri, toplu işçi kullanan fabrika ve kurumlarla yukarıdaki gayelere göre, iş ve yönet birlikleri düzenlenecektir. Yurda beden ve devrim eğitimi ile spor işlerinde biteviyelik (tekdüzelik) göz önünde tutulacaktır. Okullarda, devlet kurumlarında ve özel kurum ve fabrikalarda bulunanlar, yaşlarına göre, beden eğitimi ile uğraşmak yükümü altına alınacaktır. Spor ve beden eğitimi için lüzumu olan alan ve kurumlar meydana getirilecektir.”

Beden Terbiye Kanunu...

CHP parti programını takiben, üç yıl sonra 1938 de Beden Terbiye Kanunu çıkarılır ve bu madde yürülüğe konulur. Her gence askerlik gibi beden terbiyesi zorunluluğu getiren bu kanunun uygulanmasında bazı aksaklıklar olsa da, malum dönemde çıkan en tek tipçi kanunlardan biridir.

Ufak tefek bazı sorunlar olsa da, bu kanuna göre artık keyif ve adı üzerinde spor amaçlı kulüpler artık yurt müdafaası için, Beden Terbiyesi Kanununa göre şekillenecek, askerî hiyerarşiyle  yönetilecek, belirli yaş gruplarındaki vatandaşlar ve beden terbiyesi mükellefi olan gençler, artık buralarda zorunlu olarak bedenlerini terbiye edecektir.

Kafatası Ölçümleri...

Türkiye'nin yapacağı atılımla hem ulusal bilincin gelişmesi, hem de özgür düşünceli bireylerin yetişebilmesi için, Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliğine araştırılması amacıyla Mustafa Kemal Atatürk, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin kurulmasını ister. Bu istek sonrası Fakülte, 22 Haziran 1935 tarih ve 2035 sayılı Resmi gazete yayınlanarak resmen kurulur.

Fakülte Antropometri bilimi doğrultusunda, kafatası, kol, bacak, boy, burun vs. ölçülerek çalışmalar yapmaya başlar. Bu çalışmalar sırasında, 1935'te “Morfolojik ve Bilimsel Kişiliğini Araştırmak” amacıyla Mimar Sinan’ın mezarı açılır ve gerekli ölçümler yapılır.

O yıllarda 1935 den daha önce yapılmış bazı çalışmalar zaten hazırda vardır. Örneğin Prof.Dr. Şevket Aziz Kansu, 1930 yılında “Türk Kadın ve Erkeğinin Mukayeseli Sefalometresi (kafa-ölçümü) Hakkında Bir Muhtıra” ve “Câni Kafalarının Kaidei Kıhf Zaviyeleri (açıları) Noktai Nazarından (bakımından) İncelenmesi” adında araştırmalar yayınlamıştır.

Bunları takiben Fakültenin de hizmete girmesiyle birlikte o yıllarda bolca yapılan kafatası ölçme çalışmalarından bir kısmını bilgilerini verelim.

**********

Prof.Dr. Şevket Aziz Kansu : “Anadolu ve Rumeli Türklerinin Antropometrik Tetkikleri Birinci Muhtıra: Boy ve Gövde Nisbetleri (oranları)”... 1939
 Prof.Dr. Şevket Aziz Kansu : “Kız ve Erkek Türk Çocuklan Üzerinde Antropometrik Araştırmalar”... 1939
 Doç.Dr. Nermin Aygen : “Türk Kafalarının Zaviye Kıymetleri (açı değerleri) Üzerine Bir Tetkik”... 1939
Doç.Dr. Nermin Aygen : “Türk Beyinleri Üzerinde ilk Antropolojik Araştırmalar”... 1941
Mumine Atasayan : “200 Türk Kafatası Üzerinde Alın, Duvar, Kafa Kemiklerinin Büyümeleri ile Kafa Karinesi Arasındaki Rabıtalar Hakkında Bir Not”... 1939
Nebile Gökçül : “Ankara İsmet Paşa İlkokulu Talebelerinden 422 Kız ve Erkek Türk Çocuğu Üzerinde Antropometrik Araştırmalar ve Neticeleri”... 1939
Naciye Çınar : “Ankara Devrim İlkokulu Talebelerinden 433 Kız ve Erkek Üzerinde Antropometrik Bir Tetkik ve Neticeleri”... 1939
Kemal Güngör : “Denizli Mıntıkası Yörükleri Üzerinde Antropolojik Bir İlk Tetkik ve Neticeleri”... 1939

*************

En büyük kafatası ölçüm hamlesi ise, M.Kemal’in de teşvikiyle 1937'de tam 64 bin kişi üzerinde yapılan kafatası anketi . Bu ölçüm, o zamana dek ırkçı Nazi Almanyası dahil olmak üzere dünyada yapılmış en kapsamlı araştırma olarak tarihe geçiyor. Ne büyük bir gurur değil mi?

1940'lara doğru hızını alamayan araştırmalar bu kez ‘’kan’’ üzerine yoğunlaşıyor.

Dr. Nurettin Onur “Kan Grupları Bakımından Türk Irkının Menşei (kökeni) Hakkında Bir Etüd (araştırma)” adını verdiği çalışmasında, kan gruplarının A ve B olarak ayrıldığı eski dönemlerde A grubunun Beyaz Irkta, B grubunun ise negroit (karaderili) tipte yoğun olduğunu ''tespit'' ederek 3729 Türk kanı üzerinde yaptığı araştırma sonucunda A grubunun Türk ırkında daha yoğun olduğunu “buluyor”.

Bu ‘’tespit’’ ve ‘’buluşu’’ sonrası Dr. N.Onur, “Türk ırkı, A tipini Avrupa’ya getiren ana köktür” diyor ve çalışmasının sonucunu açıklıyor.

Bu sonuca göre bir ‘’tespit’’ de ben yapayım hiç değilse ve yazıyı sonlandıralım, eğer sizin için ırkınız önemli ise ve kan grubunuz A değil ise Türk olmayabilirsiniz benden söylemesi...

Devam edecek...

Hoş Kalınız.. 

12 Mart 2013
Twitter : @cngzkync

11 Mart 2013

Dünden Bugüne IRKÇILIK -7-


1930 lu yıllarda yaşanılan ve sistematik bir şekilde tesis edilen ırkçı politikalar sadece şimdiye kadar anlattıklarımla sınırlı kalmadı elbette.

İskan Kanunu...

Kanunun teknik detayına girmeden hemen bu kanunla ilgili geçici komisyon raporunun, kanunun niye çıkarıldığından nasıl bahsettiğine bir göz atalım. Bakın 1934 de çıkarılan bu kanun neden ve hangi amaçla çıkarılmış.

“Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. Bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada devlet, hiçbir Türkün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez. Kanunun 11.maddesi yurtta ‘’Dil, Ekin, Kan Birliği’’ temin etmek maksadıyla konan bir maddedir.

Memleketin ekin ve kan birliğini temin edecek bu kısım çok önemli olduğundan bu hususta hükümeti kuvvetli salahiyetlerle teçhiz etmek (yetkilerle donatmak) lüzumlu görülmüş ve hükümete bu işlerde lüzumunda, toptan olmamak kaydıyla, göç ettirmek ve tabiiyetten de düşürmek yetkileri verilmiştir.

Yurt işlerinin birinci sırasında ve hatta bu sıranın da başında bulunan dil, ekin ve kan birliğini temin işi her türlü mülahazaların (düşüncelerin) üstünde tutularak çok dikkat ve ihtimamla işlenmek en yüksek bir yurt borcudur.”

Yukarıdaki maksatlarla hazırlanmış bir kanunun, ciddi derecede ırk temelli olduğu gayet net anlaşılmaktadır sanıyorum. Herkesi bir kültürde ‘’eritmek’’ ve bu maksatla ‘’göç ettirmek’’ hatta gerekiyorsa ‘’vatandaşlıktan düşürmek’’ gibi dayatma, tehdit ve zor kullanmayı düşünüp bunu kendinde hak görerek kanunlaştırmış bir zihniyetten bahsediyorum.

Bu ‘’eritme’’ ve ‘’tekleştirme’’ çabası uğruna binlerce vatandaşımızın çektiği zorluk ve acıları varın bir düşünün. Yok düşünemiyor ve bunlar normal ve uygu şeyler diyorsanız, o takdirde sizden ricam çevrenizde bu kanun nedeniyle mağdur edilmiş insanlar muhakkak vardır, yoksa da bir zahmet bulun ve onlara bir sorun, hiç kimseyi bulamazsanız gidin Kürt vatandaşlarımıza sorun ve kulaklarınızla dinleyin neler yaşanmış hangi acılar çekilmiş.

Yahudilere Baskı ve Saldırılar...

Tek Tipçilik ve daha açık ifade etmek gerekirse ırkçılık çalışmaları hızla devam ederken, Kemalizmin ideolojileştirilmesi çalışmalarını yürüten ‘’Kadro’’ dergisi yazarı Burhan Asaf Belge,Nnisan 1933'te şöyle yazar:

“Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere bir ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat her misafirliğin sonu ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir ? Bizim azlıklar, evdekilerine karışmasını şimdiye kadar hiç bilmediler. Fakat bundan sonrası için bunun samimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları şüphe yok ki hem onların hem bizim lehimizedir.”

Alın size apaçık bir tehdit. Ya asimile olun ya gidin şeklindeki busözler, bana yakın geçmişte Türk Milliyetçisi bir siyasi parti olan MHP’nin, Türkiye’nin her yerine astığı boy boy ’’Ya Sev Ya Terk Et’’ pankartlarını hatırlattı.

Tesadüfe bakın ki, Burhan Asaf Belge’nin bunları yazdığı günlerden birkaç gün önce ise Almanya 3.Reich’ı ilan etmiş, 20 Mart’ta ilk toplama kampını açmış ve 28 Mart’ta Adolf Hitler Yahudileri ve Yahudi mağazalarını boykot emri vermiştir.

Burhan Asaf Belge’ninki gibi yazılar elbette bahsettiğim dergi dışında başka yerlerde de yayımlanmaktadır. Oluşan tüm bu baskılar sonucunda, Ankara Yahudi Cemaati Türkçe konuşma kararı alır.

Ancak bu karar, Yahudileri hedef olmaktan kurtaramaz ve, 1934'te Trakya ve Çanakkale’de Yahudilere yönelik saldırılar gerçekleşir. 21 haziran 1934'te Çanakkale’de, 28 haziran’da Kırklareli, Edirne, Keşan ve Uzunköprü’de eş zamanlı başlayan saldırılarla Yahudilerin ev ve işyerleri yağmalanır. Hahamlara saldırılır, bazı tecavüz olayları yaşanır.

Ne enteresandır ki, kitleler ellerinde sopalarla Yahudilere saldırırken, polis ise saldırganları durdurmak yerine Yahudilere derhal kentleri terk etme emri verir. Bu arada CHP’nin yerel örgütlerinin saldırılara karıştığı, vali ve müfettişlerin sessiz kalarak saldırılara destek verdiği görülür.

1934 saldırıları sonucunda bu bahsettiğimiz kentlerdeki zengin ve yoksul Yahudiler ya ülke sınırlarına kaçmak zorunda kalırlar ya da İstanbul’a göçerler. Sözünü ettiğimiz bölgelerde yaşayan yaklaşık on üç bin Yahudi’den, ilk etapta yaklaşık üç bininin yaşadıkları yerleri tek etmek zorunda kaldıkları görülür.
Sistematik bir operasyonla  o dönemlerde ticarette etkin olan Yahudilere yapılanlar acaba ekonominin Türkleştirilmesi hamlelerinden biri midir ?

Bence fazla düşünmeye gerek yok bu sorunun cevabını, Yahudi vatandaşlarımıza yapılan bu ırkçı faşizan saldırılar onların insani haklarının gasp edimesi bir yana, elbette çirkin ancak ne yazık ki başarılı bir ‘’Ekonomiyi Türkleştirme’’, tek tipleştirme operasyonudur.

Devam edecek...

Hoş Kalınız.. 
11 Mart 2013
Twitter : @cngzkync