Kapitalizmin Zorlu Yıllarında Osmanlı...
19.
yüzyılın ilk çeyreğine kadar kendine özgü ve çağın çok gerisinde kalan
bir ekonomik yaşama sahip Osmanlı Devleti, Batılılarla olan ilişkiler
geliştikçe o dönem dünya geneline yeni yeni egemen olan kapitalist
düzenle ilişkiler kurmaya başlar.
Özellikle
Kırım Savaşı sırasında Fransa ve İngiltere ile Rusya’ya karşı ortaklaşa
yürütülen savaş, ilişkileri daha da sıklaştırır. İngiliz ve Fransız
birliklerinin İstanbul`a gelişi, uzun süre başkentte kalmaları; bir
taraftan çoğu Gayrimüslim olan esnaf ve tüccara yeni pazar ve kâr
olanakları sağlarken Batı yaşam tarzı ve tüketim örnekleri de hayatımıza
karışmaya başlar.
Daha
önceleri çok zengin olsa da çok mütevazı bir hayat süren Gayrimüslim
tüccarlar yaşam tarzlarını değiştirip daha lüks ve tüketime dönük bir
hayat tarzını seçerer. Bu Avrupa mallarına ilgiyi artırır ve ithalat
önceden görülmemiş boyutlara sıçrar. Buna Saray’ın ve üst bürokrasinin
ayni eğilimlere girmesi eklenince ister istemez bir israf dönemi başlar.
Ülke ürettiğinden fazlasını harcamakta, bütçe devamlı açıklar
vermektedir.
Bu
arada Kırım Savaşı’nın askeri masraflarıyla, Suriye ve Lübnan’daki
karışıklıklar ile daha sonra Hersek ve Sırbistan ve ilaveten Bulgaristan
isyanları’nın bastırılması için gerekli askeri harcamalar da bu
açıkları artıran unsurlar olur.
Osmanlı
Devleti, bütçeden karşılayamadığı para gereksinimini iki yoldan bulmaya
çalışır. İlki dış borçlanma yoludur. Özellikle Paris, Londra ve Viyana
gibi Avrupa’nın mali merkezlerindeki uluslararası finans kurumlarından
borç alınır.
Galata Bankerleri...
Dış Borçlanma yetmediği zamanlar ise iç borçlanma yoluna gidilir. İç borçlanma yolu meşhur ‘’Galata Bankerleri’’
denen bir sınıf bankerin doğmasına neden olur. Bunların hepsi de
Gayrimüslim veya Levanten olan , borsa oyunlarına yatkın ve bilgili
ayrıca Avrupa finans kurumlarıyla da sıkı ilişkili kişilerdir.
Hatırlatmak
gerekirse bu ünlü bankerlerin ilk örnekleri, Manolaki Baltazzi (Baltacı
diye de bilinir) ve J.Alleon’dur. Daha sonra Ermeni asıllı Köçeoğlu,
Rum asıllı Zarifi ve Hıristaki ile Musevi asıllı Kamondo ailesi
bankerlik alanında en tanınmış isimler olarak ortaya çıkar.
Burada
dikkat çeken bir noktayı belirtelim, bu bankerlerin yaşamları
İstanbul`da geçmesine , bu şehirde çok ciddi miktarlarda paralar
kazanmalarına karşın hiçbiri Osmanlı uyruklu değildir. Yunan uyruğunu
tabi olan Zarifi dışında hepsi Fransız uyrukludur.
Baltacı olarak anılan banker ile birlikte ülkemizdeki ilk banka olan ‘’Banque de Constantinople’’u
kuran J.Alleon, Fransız Devrimi sırasında Türkiye`ye iltica eden bir
Fransız soylusunun oğludur. Bankerlerin Fransız uyruğunu tercih
etmesinin bir nedeni de o zaman dünya finans merkezinin Paris olmasıdır.
Üç Tarz-ı Siyaset...
Osmanlı
iktidarı ise bu dönemde bir yandan kapitalizm ile tanışmakta ve hatta
buna mücadele etmekte de diyebilirz, diğer yandan da yukarıda
bahsettiğim bölgelerdeki isyanları bastırmak ve toprak kayıplarını
engellemekle meşguldür. Kapitalizm’in zorlu yıllarını bir takım
modernleşme denemeleri ile atlatmaya çabalarken, diğer yandan da toprak
kaybı ve iç isyanları atlatmak için çeşitli ideolojik hamleler yapmaya
girişir.
Tam da bu noktada Osmanlı bir strateji geliştirir. Bu strateji ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ olarak ünlenen, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük dür. Bu strateji de uygulama sırasıyla ve biri tutmayınca diğerine geçiş şeklinde uygulanarak devam eder.
Osmanlıcılık ve İslamcılık’tan istediğini elde edemeyen Osmanlı nın elinde en son olarak Türkçülük kalmıştır. Milliyetçiliğin Fransız devrimi vs. gibi bilinen ilişkisi bir kenara, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı Türkçülük esasına göre yapılanmaya çalışan modern Ulus-Devlet sıkıntılarını yaşayan bir dönem olur.
Kimi
tarihçilere göre Ermeni soykırımında, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu
kurtarmak değil, Türkçü eğilimlerin aşırı artmasının da mutlak etkileri
vardır.
Hatırlamak Gerekirse...
Enver
Paşa Turan hayalleri peşinde koşarken, tüm Osmanli toplumunu ilk büyük
savaşa (1.Dünya Savaşı) yönlendirmenin yolu olarak İslam öğelerini
kullandığını görüyoruz.
İslamcılıkla Türkçülüğün iç içe geçerek kullanıldığı o dönemlerde “Türk”
olanlar ki bunlar o tarihlerde Anadolu’nun sadece bir kısmını ifade
etmektedir ve henüz Türkleştirme faaliyetlerine muhatap olmadıkları için
olsa gerek Türk olduklarını henüz tam olarak bilmemektedirler.
Dolayısıyla bunları ikna için de islam’ı kullanmak tabi ki en kolay
yoldur. Enver Paşa da bunu başarı ile yapmıştır.
Aslına
bakarsanız Mustafa Kemal de aynısını yapmıştır. İttihatçılığın zaten
çoktan organize ettiği direniş güçlerinin başına geçip de Ankara
merkezli iktidar kavgasına giriştiğinde, Mustafa Kemal’in
propagandalarını “Türklük” üzerinden değil, genellikle ‘’İslam’’ üzerinden yürüttüğünü görüyoruz.
Örneğin Kürtlere özerklik sozü verdiği dönemde, o günlerin tabiri ile affınıza sığınarak yazıyorum, Ermeni “hain” lere karşı İslami bir birliktelikten söz etmiş ve “Türk” değil “Türkiye Milleti” demektedir.
Tabi şunu hemen hatırlatmakta fayda var, o donemlerdeki kullanımda “Millet”, bugünkü “Ulus”un karşılığı değil, daha çok bugün “Ümmet” dendiğinde ne anlaşılıyorsa ona denk düşmektedir. ‘’Ulus” un karşılığı ise “Kavim” dir.
Çarpıcı ve ilginç olduğunu düşündüğüm şu bilgiyi de vererek yazımın ikinci bölümünü de sonlandırayım,
Mustafa Kemal önderliğindeki hareket, içlerinden bazılarının İslam Konfederasyonunu savunduğu, hani genellikle “irticaci” denilen örgütlerden maddi destek de almaktadır.
Sanırım o günlerde bazı görüşler ‘’dereyi geçene kadar’’ hesabı mübah kabul edilmektedir...
Diğer yazımda buluşmak üzere...
Hoş kalın...
06 Mart 2013
Twitter : @cngzkync