18 Aralık 2012

Kuvvetler Ayrı Mı ?


16 Aralık 2012 de Konya’ya giden Başbakan Erdoğan, dün ‘’Konya Ekonomi Ödülleri 2012’’ törenine katıldı. Erdoğan, törende şu dikkat çeken açıklamaları yaptı ;

''Şu anda bile bazı sıkıntıları hala yaşıyoruz. Kendi iktidarımızda bile yaşıyoruz. Ama burada bile maalesef yaşadığımız sıkıntıların ardında sistemin içindeki ne yazık ki yanlışlıklar. Sistem düzenli kurulmamış. Düzgün kurulmadığı içindir ki umulmadık yerde, umulmadık şekilde bakıyorsunuz bürokrasi karşımıza dikiliyor. Bürokratik oligarşi karşınıza çıkıyor.

Umulmadık yerde yargı ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Yasama, yürütme, yargı bu ülkede öncelikle milletin menfaatini düşünmesi lazım. Ardından bu devletin menfaatini düşünmesi lazım. Eğer biz güçlü hale geleceksek böyle güçlü hale geleceğiz. Eğer benim yapacağım yatırımı bir kelimeden dolayı kalkar da 3 ay, 6 ay erteletirsen, bu 1 sene 2 seneye giderse, o zaman bu ülkenin kaybının bedelini, asla ne tarihe hesabını verebilirsiniz ne de bu toprağın altında yatanlara hesabını verebilirsiniz.

En başarılı alanlardan bir tanesi olmasına rağmen hala sağlıkta bunu aşamadık. Niye? Bürokratik oligarşi ve yargı. Ama dışarıdan bakanlar da zannediyor ki  ''Yav işte 326 milletvekiliniz var, 326 milletvekiliyle hala mı bahane?’’ Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denen var ya... O önünüze gelip engel olarak dikiliyor. Senin de bir oynama sahan var. Şimdi ana muhalefet partisi genel başkanının tek sığındığı bu zaten.’’

Yukarıda bildirdiğim Erdoğan’ın konuşmasının, bana göre önemli bazı kısımlarının da altını çizerek dikkatinizi çekmek istedim. Şimdi birlikte bu ''kuvetler ayrılığı’’ nedir şöyle bir bakalım.

''Kuvvetler Ayrılığı Prensibi'' nedir ?...

Bu prensibi her bir devlet faaliyetini ayrı bir organa vermek yoluyla devlet işlerinin çeşitli organlar arasında bölüşülmesi olarak basitçe tanımlayabiliriz. Genel geçer ve bu prensibe bağlı olarak kurulmuş bir devlette, seçilmiş iktidarın yapması gereken ana işler ve bu işlerin gerektirdiği faaliyetler temel olarak üçe ayrılmakta.

Bu faaliyetleri ; Plan, Kontrol, Sevk ve İdare şeklinde tasnif edebiliriz. Daha bilinen bir tasnifle ise bu faaliyetler Yasama, Yürütme ve Yargı olarak da ifade edilmekte.

En iyi hükümet edebilme sistemini arayan filozof Aristo, bu tasnif gerekliliğini daha ilk çağlarda tespit eden ilk kişi olmuş ve devlet faaliyetlerini üç bölgeye ayırmış, her bölge faaliyetinin de ayrı bir organ tarafından yapılmasını o günün yöneticilerine tavsiye etmiş.

Ancak o dönemlerde Aristo’nun bu tavsiyesini ciddiye alan olmamış. Yüzyıllar boyunca var olmuş devletlerin çoğunda organların ayrılması yerine, organların bir olduğu bir sistem kullanılagelmiş. İktidarı elinde bulunduranlar, Aristo nun ayrışmasını tavsiye ettiği faaliyetlerin tümünü birden, Aristo’nun tavsiyesinin tam tersi bir duruşla tüm kuvvetleri ellerinde tutarak hükümet etmişler.

Bugünkü ‘’şikayetçi’’ bulduğum ifadesinden Erdoğan’ın da bu şekilde bir yönetim biçimini mi arzuladığını tam olarak henüz bilemiyoruz. Ancak isteği ülkeye bu şekilde hükümet etmek ise, şimdiden bu prensibi ‘’Kuvvetler Birliği Prensibi’’ olarak tanımlamakta fayda var. Zaten bu prensibi ilk dile getiren de, dünya siyasi tarihine bakacak olursak Erdoğan da değil. Bu prensip geçmişte gayet bilinen ve zaten yüzyıllar boyunca uygulanmış ancak günümüzde büyük oranda terk edilmiş bir sistem.

‘’Kuvvetler Ayrılığı Prensibini’’ devletin organize edilmesi amacıyla, iş sahalarının ve organların ayrılması, muayyen işlerin muayyen organlara verilmesi de aslına bakarsanız tek başına yeterli değil. Asıl olan, organlardan ziyade “iradelerin ayrılması” konusu. Yani organların herbirinin kendi sahasında serbest bir irade ile hareket eder olması gerekliliği. İşte ancak bu yapılabildiğinde asıl ve arzu edilen kuvvetler ayrılığı söz konusu olabiliyor.

Aksi takdirde, zaten işleri daha kolay yapabilmek için diktatörlüklerde dahi bir iş bölümü ve organların ayrılması durumu var ve uygulanıyor. Fakat diktatörlüklerde iradeler ayrılmadığı için, böyle ülkelerde kuvvetler ayrılığı söz konusu olamıyor. Zaten bu şekilde yönetilen ülkelerde, bütün devlet teşkilatına hakim olan bir irade merkezi var ve hükümet eden en tepedeki kişiye de muhtelif isim ve ünvanlarla kamufle edilerek diktatör deniyor. Bu şekilde yönetiken ülkelerin ekseriyetinde her alandaki kurumlar ve personel, müdürlerinin şeğlerinin emri ve iradesi önünde eğilmeğe mahkum bir kukla varlıktan başka bir şey olamıyor.

Aristo’dan sonra....

Aristo’dan daha sonraları bu konuya 18.Yüzyılın Tabii Hukuk Mektebi mensuplarından Jon Locke değinmiş. Locke, bu görüşü sırf kendi mantık ve muhakemesi ile değil, İngiltere’de o zaman mevcut olan durumu ve İngiliz siyasi müesseselerin işleyişini de göz önünde tutarak yeniden gündeme getirmiş.

Ancak Locke’un bu konjonktür desteği ile yeniden ortaya attığı ‘’Kuvvetler Ayrılığı Prensibi’’ tıpkı Aristo’nun tavsiye denemesindeki gibi hep teoride kalmış ve halka ulaşamamış.

Locke’dan sonra...

Kuvvetler Ayrılığı Prensibini bugünkü anlamı ile ilk defa ortaya atan ise Montesquieu olmuş. İşi biraz daha sıkı ele alan Montesquieu, çeşitli ülkelerin siyasi kurumlarını inceleyerek işe başlamış. Bu şekilde parça parça yaptığı tespitlerden genel ve toplu sonuçlar çıkarmaya çalışmış.

Çalışmaları sonrasında Montesquieu şu kanaate varmış ; “Bir kuvvet, karşısında kendi cinsinden başka bir kuvvete rastlamadıkça dolu dizgin gider. Zira ezeli bir tecrübe ile sabittir ki, kuvvet sahibi herkes, bunu kötüye kullanmaya meyledebilir ve kuvvetine hudut buluncaya kadar gider. Fazilet bile sınırlanmaya muhtaçtır.”

Montesquieu’nün bu görüşü benimsenmiş ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nde kullanılarak, “Herhangi bir cemiyette vatandaş hakları teminata bağlanmamış ve kuvvetler ayrılığı temin edilmemiştir; o devletin anayasası yoktur.” şeklinde ifade edilmiş.

İlave bir bilgi olarak vermek gerekirse, ‘’Kuvvetler Ayrılığı Prensibi’’ ilk defa yazılı bir anayasa olarak 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nda yer almış. Daha sonraları ise 19. ve 20.Yüzyılda diğer ülkelere de yayılmış.

Atatürk demiş ki ...

Bakın bazı kaynaklarda Atatürk’ün bu konuya dair vaktiyle şöyle bir ifade kullandığı yer alıyor ; "Bu Rousseau yanılıyor, hiç insanın elindeki kuvveti dağıtmak faydasına olur mu?" 

Rousseau ismi sizi şaşırtmasın, aslında yukarıda da anlattığım üzere kuvvetler ayırımı prensibini Aristo ve Locke dan sonra en donanımlı şekliyle ortaya atan kişi "Yasaların Ruhu" adlı kitabıyla Montesquieu, fakat o günlerde Atatürk olur ya insanlık halidir, ya isimleri karıştırdığı ya da bu konuyu yeterince inceleme fırsatı bulamadığı için bu şekilde yanlış bir isim kullanmış olabilir.

Elbette o günün koşulları gereği Atatürk’ün elindeki gücü bırakmasının muktedir kalma adına söz konusu dahi olamayacağı da ayrı bir gerçeklik.

Açıkça söylemek gerekirse bu prensibin varlığı ile her şeyin yolunda olması arasında çok doğru bir orantı söz konusu olamıyor.

Her halukarda ülkenin kendi içinde bulunduğu koşullar ve genel uluslararası koşullar, bazen dönemsel olarak da olsa, liderler açısından ''Kuvvetler Birliği Prensibi’’ ihtiyacını söz konusu edebiliyor.

Bu çerçevede Erdoğan'ın ''Kuvvetler Ayrılığı Prensibi'' ile ilgili şikayetlerine hak vermemek pek de doğru olmayabilir.

Sorular...

Bugüne ve Erdoğan’ın dünkü şikayetine geri dönecek olursak, mevcut koşullar ve iç siyasal dengeler, Türkiye deki mevcut iktidara ‘’Kuvvetler Birliği Prensibini’’ uygulamak durumunu gerekli ve haklı kılacak şartlarda mıdır ?

Konuya Başbakan'ın bir diktatörlük hevesi olarak değil de, ülke menfaatleri açısından yani iyi tarafından bakacak olursak, Erdoğan’ın ülkesine daha iyi hizmet verebilmesi ve daha iyi hükümet edebilmesi adına bu prensibe ihtiyacı gerçekten var mıdır ?

Kuvvetler Ayrılığı Prensibi teoride Yasama, Yürütme, Yargı ayırımını ifade ediyor ancak, hükümetler yani Yürütme, zaten Meclis yani Yasama da çoğunluğu elde edenlerden oluşmuyor mu?

Yasama’nın içinden çıkmış olan bir Yürütme’nin yasamadan bağımsız olması düşünülebilir mi ?

Hem ülkemize hem de diğer ülke demokrasilerine baktığımızda, pratikte yasama ile yürütme ayrı olabiliyor mu ?

Mesela  kabine ile, hükümet partisinin meclisteki grubunun birbirinden bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz ?

Yasama ve Yürütme aslında zaten ayrı değil tam tersine tek değil mi ? 

Yasama ve Yürütme mevcut sistem nedeniyle fiilen TEK iken, Yargı nın bu durumdan etkilenmemesi ne kadar mümkün ?

Bir sistemdeki bütün kuvvetler tek bir nokta tarafından seçiliyorsa, o sistemde kuvvetler ayrımı nasıl olabilir ?

Bir sistemde kuvvetler ayrılığı olması için; kuvvetlerin aynı değil farklı kitleler tarafından seçilmesi gerekmez mi?

Sürekli Başkanlık Sistemini gündeme getiren Ak Parti'nin, başkanlık sisteminin nerdeyse tam da kendisi olan ''Kuvvetler Ayrılığı Prensibine'' taban tabana zıt bu son söylemi, aslında parti olarak niyetlerinin gerçekte başkanlık sistemi değil de ''Partili Cumhurbaşkanlığı'' olduğunun dolaylı bir beyanı mıdır ?

Kim bilir ?...

Erdoğan, konuya dair son şikayetinde devlet iktidarının zaafa uğramaması adına mı bu çıkışta bulunmuştur elbette bunu bilemiyoruz ve niyetini okuyacak halimiz de elbette yok.

Kimbilir, belki Erdoğan ülke adına yapmak istediği iyi şeyleri arzuladığı gibi yapamamaktan şikayetçi ve daha iyi yapabilmek için ‘’Kuvvetler Birliği Prensibini’’ dile getiriyor.

Kimbilir, belki Erdoğan yürütmekte olduğu bazı tarihi davalardan yüzünün akıyla çıkabilmek ve ülke üzerine yıllarca kabus gibi çökmüş çeşitli vesayetlerle mücadele adına bunu dile getiriyor.

Kimbilir belki de kendisinden sonra Türkiye’nin yeniden Başbakanını, Cumhurbaşkanını seçememe sorunu yaşamaması ve hatta koalisyonlara gebe kalmaması için bunu dile getiriyor.

Diktatör olmak adına mı bu ‘’Kuvvetler Birliği Prensibi’’ ni dillendiriyor dersiniz ? Samimiyetle ben bunu hiç sanmıyorum, hatta böyle bir hedefi, dünya üzerinde mevcut diktatörlerin ne hallere geldiklerini neredeyse naklen canlı yayınlarda izlediğimiz günümüzde kendine amaç edineceğini asla sanmıyorum.

Hemen söyleyeyim, diyelim ki Başbakan buna niyetlendi, inanın hiç şansı yok bu konuda Başbakan'ın. Neden mi ?

Çünkü bu toplum bir diktatöre bu saatten sonra asla evet demeyecektir ve buna niyetleneni de sandık zamanı gelince oy vermeye gidip, daha önce verdiği hükümet etme yetkilerini geri almasını bilecektir.

Öyle ya, asıl yetki sandık olduğu sürece bizde yani vatandaşlarda değil mi ?

Özetle...

Biz halk olarak 4-5 yılda bir düzenlenen bir genel seçimle Yürütmeyi seçiyoruz. Seçtiğimiz Yürütme fiilen ayrıca Yasama işlevini de görüyor.

Seçtiğimiz hükümetler hele de tek başına iktidar iseler, zaten  istedikleri yasaları çıkarabiliyorlar, onların istemedikleri ise doğal olarak çıkamıyor.

Yasama ve Yürütme ise Yargıya kendi istediği ve seçtiği kişileri koyabiliyor. Biz de sonra demokrasi için kuvvet ayrılıgından bahsediyoruz.

Sanırım, her ne kadar teoride böyle bir prensip olsa da uygulamada olmayan olamayan bir prensibi konuşuyoruz.

Görünen o ki; Bugün artık Kuvvetler Ayrılığı Prensibi eski klasik anlamından oldukça uzaklaşmış durumda.
Hatta gerçek anlamda ‘’Kuvvetler Ayrılığı Prensibi’ ile yönetilmenin, çoğu zaman devlet iktidarını zaafa uğratmakta olduğu da ifade edilebilir.

Sanırım çoğu zaman söylendiği gibi, ‘’Demokrasi elimizdeki kötü yönetim biçimleri arasında en iyi olanı’’

Hoş Kalın...

18 Aralık 2012
Twitter : @cngzkync

11 Aralık 2012

Yeni Anayasa ''Hayaldi Hala Hayal''


Bundan nerdeyse bir sene önceydi,  15 Aralık 2011’de köşemde ‘’Boyun Borcu’’ başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Şunları söylemiştim ;

’Ak Parti , ‘’ Çıraklık ve Kalfalık ’’ dönemi eserlerine ilaveten, ’’Ustalık Dönemi’’ adını verdiği yeni dönemde ‘’ Yeni ve Sivil Anayasa ’’ ile en kalıcı eseri yapmak ve ülke toplumuna sunmakla yükümlüdür. Yeni Sivil Anayasa ; Ak Parti nin kendisine gösterilen teveccühün boyun borcudur.’’ 
O yazıma bu linkten ulaşabilirsiniz http://www.haberx.com/boyun_borcu(19,w,10424,524).aspx

Yeni Anayasa...

Bildiğiniz üzere TBMM de Yeni Anayasa yapmak üzere bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştu ve halen de bu komisyon mevcudiyetini koruyor.

Geçtiğimiz günlerde Daniel Dombey adındaki Financial Times yazarı makalesinde aynen şunları söylemiş ; ‘’Türkiye’de Yeni Anayasa yapımı konusundaki ümitler giderek solmakta’’

Dombey, Ak Partinin gündeme taşıdığı Başkanlık Sistemi tartışmaları hakkında da bazı yorumlarda bulunmuş ve bizzat Ak Parti içindeki bazı milletvekillerinin aslında bu sisteme karşı olduklarını da ifade etmiş.

Dombey’in genel siyasi duruşu vs gibi konuları bir yana bırakarak sadece bu iki tespitinden hareketle son iki tespitinde haksız olmadığını düşünüyorum.

Anayasa Uzlaşma Komisyonu....

Gelin biz yazımın asıl konusu olan Yeni Anayasa’ya dönelim ve sürecin neden halkta umutları solduran bir duruma geldiğine ve hatta bu durumun aslına bakarsanız ne kadar da doğal bir sonuç olduğuna  birlikte bakalım.

Öncelikle Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun önemli bir maddesine ele alalım. Bakın o madde ne diyor.

Madde 6.- Karar Yeter Sayısı

‘’Komisyon, Komisyonu oluşturan bütün siyasi partilerin mutabakatı (görüşbirliği) ile karar alır. Karar alınamayan konular, Komisyonun uygun göreceği zamanda yeniden değerlendirilir. Sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ve nihai metnin (taslak bütününün) tekemmül edip etmediği hususu dahi mutabakat ile belirlenir.’’

Yukarıdaki maddede ‘’mutabakat’’ ile ilgili sözlerin altını özellikle çizdim, isterseniz bunu biraz daha açalım.
Karar yeter sayısı ile ilgili olan bu maddede ifade edilen şu :  Yani herhangi bir karar alınacaksa bu kararın alınmasının şartı komisyon üyesi olan dört partinin her birinin ONAY vermesi ile mümkündür. Parantez içinde de ayrıca belirtildiği üzere ‘’görüşbirliği’’ gerekmektedir.

Şimdi bir diğer maddeye bakalım. Bakın bu madde ne diyor.

Madde 13.- Anayasa taslak metninin değiştirilememesi

‘’Anayasa taslak metni, gerek uzlaşma ve yasama komisyonlarında ve gerekse Genel Kurulda partilerin mutabakatı olmadıkça değiştirilemez; ekleme yapılamaz. Hazırlanan taslak metnin (teklifin) Meclis Başkanlığına verilmesinden sonra bu metin üzerinde mutabakata dayalı değişiklik yapılması halinde Anayasa Uzlaşma Komisyonunun görüşü alınır.’’

Yukarıdaki maddede de aynen diğer paylaştığım maddede ki gibi önemli olan kelime ‘’mutabakat’’.
Şimdi aklınızdan şöyle bir şey geçebilir. Ya Hu kardeşim işte adamlar ‘’mutabakat’’ demiş, ne güzel daha ne istiyorsun, anayasa bu,  tabi ki ‘’mutabakat’’ ile yapılacak.

Eywallah ve amenna...
Mutabakat elbette iyidir idealdir...
Buna kim itiraz edebilir ki ‘’etik’’ ve ‘’teorik’’ açıdan.. ?
Gel gelelim durum ne yazık ki ‘’pratikte’’ hiç de böyle değil...

Anayasa Uzlaşmama Komisyonu...

Bu ‘’mutabakat’’ şartının, yani dört partinin onayı olması şartının komisyonu apaçık kilitlediği ayan beyan ortada duruyor.

Komisyonda yer alan partiler, TBMM de devam eden diğer görüşmelere ve yine devam eden siyasi söylem ve uygulamalara paralel olarak, ellerindeki bu onay şartını apaçık bir şekilde komisyonu dilediklerinde çalıştırmamak üzere kullanıyorlar.

Sıcak bir örnek vermek gerekirse örneğin Ak Parti dokunulmazlıkları gündeme getirdiği ilk anda, buna reaksiyon olarak konuyla ilgili parti olan BDP derhal komisyona katılmamakla tehditte bulunuyor.

Bunun doğal sonucu olarak da komisyon çalışamıyor ve toplumun hayalini kurduğu Yeni Anayasa ne yazık ki bir türlü yapılamıyor.

Şimdi neden halkın umutlarının tükenmekte olduğu fikrine katıldığımı ve bunun da doğal bir sonuç olduğunu düşündüğümü umarım siz de daha net anlamışsınızdır.

Dört parti onay şartı, ‘’uzlaşma’’ komisyonunu adeta daha kurulduğu andan itibaren, ‘’uzlaşmama’’ komisyonuna zaten dönüştürerek başlamış.

Zaten hepimizin malumu olan ve ülke siyasetinin adeta değişmeyen uslubu haline gelen ‘’çatışmalara dayalı siyasi uslup’’ bu onay şartı ile de birleşince, komisyonun çalışması daha baştan itibaren imkansız hale bilerek yada bilmeyerek getirilmiş durumda.

Şimdi burada Ak Parti ye de bir kaç soru sormak gerekir.

*Siz Yeni Sivil Anayasa yı yapacağız diye halka söz vermediniz mi?
*Seçimlerde ülke halkının %50’si size ‘’ok hadi yap’’ diyerek oy vermedi mi?
*Madem inisiyatif alamayacaktınız neden halktan oy istediniz ?
*Anayasa için komisyon kurup işi ona yükleyecek idiyseniz niye dilinize ‘’biz yapacağız’’ ı doladınız ?
*Ak parti olarak niyetiniz aslında Yeni Anayasa yapmamak mı ?
*Yeni bir Anayasa yapmak 2023 hedeflerine kadar iktidarda kalmanıza engel mi?
*Yoksa Mevcut anayasa iktidarda olan için daha mı iyi ?
*Siyasi Partiler ve Seçim yasasını değiştirecektiniz söz vermiştiniz, o ne oldu ?
 Neyse soruları daha fazla uzatmayalım....

Ne yapmalı... ?

Siyaseti yukarıda da bahsettiğim üzere çatışmalara didişmelere dayalı usluplarla yapan bir ülkenin siyasetçilerinin Yeni Anayasa yı uzlaşı halinde belirli bir süre içinde yapmaları oldukça zordur.

Türkiye’nin Sivil ve Yeni Anayasasını tek seferde sil baştan yapması bu siyasi kültür ve ahlak nedeniyle bana göre pek mümkün değil.

Ülkeye daha fazla zaman kaybettirmeden iktidar komisyonu feshetmelidir ve ‘’paketçiliğe’’ devam etmelidir. Yapabildiği kadar anayasa değişiklik paketleri üzerinde çalışmalı meclise sunmalı ve yola durmadan devam etmelidir.

Ben her ne kadar Yeni Sivil Anayasa söz verdiği üzere Ak Partinin ‘’boyun borcu’’ idiyse de paketlerle modifiye edilmiş ve demokratikleştirilmiş anayasaya da razıyım..

Belki de siyasi uslubu didişme temelli olan ülkemiz için en doğrusu da bu...
Ne yazık ki mecburen...
Hoş Kalın...

11 Aralık 2012
Twitter : @cngzkync

6 Aralık 2012

Parti İçi Demokrasi


Ak Parti’nin Diyarbakır İl Başkanı Avukat Halil Advan, geçtiğimiz günlerde bir tespitte bulunmuş ve bu tespitini kamuoyu ile paylaşmıştı.

Advan, açlık grevleri ile ilgili olarak bir süre önce Diyarbakır AK Parti il binasında İHD, Mazlum Der ve Diyarbakır Barosu ile ortak toplantı düzenleyerek bir rapor hazırlamış ve Ak Parti Genel Merkezine göndermişti.  Advan raporunda açlık grevlerinin sona ermesinde Öcalan’ın katkısı olduğunu ifade etmişti.
Advan, istifasının istenmesine yol açan, belki de Başbakan tarafından bardağı taşıran son damla olarak değerlendirilmesine neden olan ve bir gazeteye verdiği son tespitinde ise şunu demişti : ‘’Dindar Kürtler BDP’ye oy veriyor”...

Art arda gelen bu açıklama ve tespitler sonrasında ise, Ak Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da parti genel merkezinde yaptığı il başkanları toplantısında "Benim böyle bir il başkanım olamaz" diyerek kendisini eleştirmişti.

Bu eleştiriyi takiben Ak Parti Diyarbakır İl Başkanı Avukat Halil Advan’ın istifası istendi ve bu talep üzerine de Advan istifasını parti yönetimine verdi ve istifasını açıkladı. Advan’ın ardından Diyarbakır İl Kadın Kolları Başkanının da partideki görevinden istifa ettiği söylendi.

Parti İçi Demokrasi...

Aslına bakarsanız bu ve bunun gibi durumların, mevcut Siyasi Partiler ve Seçim Yasası yürürlükte olduğu müddetçe bundan sonra da siyasi partiler içerisinde sıklıkla yaşanacağını söylemek hiç de kehanet olmayacaktır.

Advan’ın açıklama ve son sözlerinin istifa ile sonuçlanmasının ardından, parti içi demokrasilerin ve tabiki Siyasi Partiler ve Seçim Yasası’nın yeniden sorgulanmasının yerinde olacağını düşünüyorum.

Seçim meydanlarında iktidar dahil hemen hemen tüm partilerin bu yasayı değiştirmeyi taahhüt ederek bizlerden oy talep ettiğini de, tıpkı Yeni Anayasa yapacağım diyerek oy talep ettikleri üzere, ne yazıkki hepimizce malum çabuk unutan bir millet olarak belki de yeniden hatırlamamızda fayda var.

Bir musibetten daha bir fayda çıkarmak gerekirse, bu son parti içi hadiseden iktidar ve diğer partilerin bir ders çıkarması ve Siyasi Partiler ve Seçim Yasası nı yeniden düzenleme konusunda girişimlerde bulunmalarında demokrasi ve dolayısıyla da toplum yararına fayda olacağını düşünüyorum.

Parti liderlerinin iki dudakları arasından çıkacak kelamlarla var olabilen yada olamayan bir siyasetçi olmak kimbilir ne kadar da zor ve onur kırıcıdır.

Mevcut yasaların devam etmesi durumunda, parti liderinin siyasi fikrine aykırı fikir beyan etmenin karşılığının partiden ‘’şutlanmak’’ yada ‘’istifaya zorlanmak’’ olacağı aşikar.

Mevcut yasaların devam etmesi durumunda, TBMM de bundan sonra da iradesi elinden alınmış, parti liderine biat etmek durumunda olan, adeta salla başını al maaşını, siyasi ikbali liderinin iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlı ve bu durumlar nedeniyle de adeta ‘’ezik’’ vekillerin çoğunlukta olacağı da aşikar.

Bugüne kadar bu yasaların değiştirilmesi ile ilgili çeşitli kuruluş ve ehliyetli kişiler tarafından bir çok çalışma yapıldı ve hali hazırda yeterince taslak da mevcut.

Hali hazırda TBMM de vekillik yapan muhterem ve muhtereme milletvekillerimiz bu yasanın liderlerinden gelecek ‘’talimatla’’ değişeceğini düşünüyorlarsa daha çok beklerler...

Belki de hallerinden memnunlar...

Hoş Kalın...

06 Aralık 2012
Twitter : @cngzkync

22 Kasım 2012

Irak'ta Neler Oluyor


Irak Merkezi Yönetimi-Türkiye İlişkilerinde Durum...

Maliki’nin Türkiye’nin çok hassas olduğu PKK ile olan ‘’iyi’’ ilişkileri, Türkiye’nin Suriye politikasına Maliki’nin karşı duruş sergilemesinden de kolayca anlayabileceğimiz üzere, Irak Merkezi Yönetimi Başbakanı Maliki ile Türkiye’nin ilişkilerinde gözle görülür bir kötü gidiş var.

Irak Merkezi Yönetimi-Irak Kürdistanı İlişkilerinde Durum..

Takip edenler hatırlayacaklardır geçtiğimiz yaz ayları Barzani ile Maliki arasında her an bir çatışma olabilecek gerginlikte geçti.

Kürt Ezidilerinin yoğun yaşadığı Kerkük bölgesi her an bir çatışma sebebi olabilir. Maliki yönetimi o bölgenin kendi güvenlik bölgesi dahilinde olduğunu ifade ederken Barzani ise o bölgenin güvenliği dahil kendi inisiyatifinde bir bölge olduğunu ve o bölgenin, Irak Kürdistan’ında bulunması nedeniyle kendi güvenlik bölgesi içerisinde yer aldığını söylüyor.

Dolayısıyla rahatlıkla ifade edebiliriz ki, Maliki ile Irak Kürdistan yönetimi lideri yani Mesud Barzani’nin de ilişkileri hiç iyi değil.

Türkiye-Irak Kürdistanı İlişkilerinde Durum...

Hemen başta belirtmek gerekir. Mevcut Türkiye iktidarı ve Barzani İlişkileri ise son yıllarda belki de  hiç görülmemiş seviyede olumlu ve iyi düzeyde.

Hatta bazı yerel kaynaklar, Irak Kürdistanı sınırları içinde yer alan Süleymaniye ve Soran bölgesinin hakimi sayılan Irak Merkezi Yönetimi Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin de, Türkiye-Barzani yakınlaşmasından bir miktar rahatsız olduğunu ifade ediyor.

Ancak hem Barzani hem de Talabani nin tüm açıklamalarında Türkiye ile olan ilişkileri önemsedikleri ve iyi tutmaktan yana olduklarını gözlemliyoruz. Bu tavra stratejik anlamda bakacak olursak Barzani ve Talabani’nin Türkiye ile olan ilişkilerini iyi tutmalarından daha doğal bir tavır olamayacağı aşikar. Irak Kürdistanı’nın Türkiye ile ilişkilerini siyasi ve ekonomik anlamda geliştirmesi her iki taraf açısından da bir win-win ilişkisi.

Hatırlatma...

Bir zamanlar Türkiye, Kürt liderler Barzani ve Talabani'yi Sınır Karakolu Komutanlarına daha sonraları İlçe Kaymakamlarına muhatap ederdi. Sonra hatırlayınız aynı Türkiye ''aklı’’, Merhum Özal’ın aynı Kürt liderleri Cumhurbaşkanı düzeyinde kabul etmesi sonrası neredeyse Turgut Özal’ı ‘’vatan hainliği’’ ile bile suçlamıştı.

Sonrasında nasıl olduysa Demirel de Merhum Özal’ın açtığı bu doğru yoldan devam etti ve bugünlere kadar gelindi. Gerçi 1991 yılında Demirel ‘’Kürt realitesini tanımak lazım’’ demiş ve yine kendilerini herkesten daha çok vatansever olduğunu iddia eden ve gören bazı çevrelerce kıyametler koparılmıştı, neyseki sonunda bu abuk subuk kıyameti de Türkiye olarak aştık ve bugünlere kadar geldik.

Türkiye vaktiyle kırmızı çizgiler diye tanımladığı, ‘’Kuzey Irak ta özerklik olmaz, ayrı bir Federasyon olmaz’’ şekllindeki söylemlerini de çoktan terk etti. Zaten Türkiye’nin bu ‘’kırmızı çizgileri’’ Kürtler, ABD ve diğer global güçler tarafından o zamanlarda da hiç ciddiye alınmamıştı.

Şimdilerde...

Kırmızı çizgileri bir yana bırakın 2010 yılında çok yerinde bir kararla Türkiye olarak Erbil’de Başkonsolosluk bile açtık.

Irak Kürdistanı’nın günlük petrol üretimi son beş yıldır 200.000 Varil düzeyinde ve çok yakın bir zamanda 250.000 Varile çıkması bekleniyor. Bu Irak Kürdistanı için çok önemli bir maddi kaynak.

Türkiye’ye bakacak olursak günlük petrol üretimimiz sadece 70.000 Varil düzeyinde ve buna karşın günlük ihtiyacımız ise 700.000 Varil seviyelerinde.

Irak Kürdistanı özellikle petrolden elde ettiği gelirle yaptığı ticaretin yaklaşık %80 ini Türkiye ile yapıyor, Irak pazarlarının % 80’ini Türkiye menşeili ürünler doldurmakta ve bu ticaretin boyutu ise Türkiye açısından 2010 yılı itibariyle karşılığı 5,2 Milyar USD lik bir dış ticaret hacmi

Bu hacmin 2014 yılı sonu ile 20 Milyar USD ye çıkarılması Haziran 2010’da Erbil’de yapılan bir toplantıda taraflarca kararlaştırılmış durumda. Rakamların önemini daha iyi anlamak için Türkiye’nin tüm Afrika ile olan ticaret hacminin ise yaklaşık 7 Milyar USD seviyelerinde olduğunu belirtmekte fayda var.

Petrol ile ilgili bu durumun bir sonucu olarak şimdilerde Irak Kürdistanı ile Türkiye arasında bir de petrol boru hattı inşaası devam ediyor. Bu petrol boru hattının tamamı yaklaşık 300 Km ve bu hattın yaklaşık 75 Km lik kısmı bitmiş durumda.

Bu petrol boru hattı dışında Türkiye-Irak Kürdistanı  arasında hayata geçmek üzere olan iki enerji projesi daha var. Bunlardan biri yeni bir petrol boru hattı projesi ve diğeri de yeni bir doğalgaz boru hattı projesi .
Enerji dışında Türkiyeli müteahhitlerin Irak Kürdistanı’nda bugüne değin yaptığı ve halen devam eden inşaat imalatlarının ayrıca dikkate alınması da ekonomik ilişkilerimizin boyutlarının anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Bir zamanlar kırmızı çizgilerle kendimizden uzak tuttuğumuz Irak Kürtleri ile bu denli iyi ilişkiler içerisinde olmak son derece önemli ve memnuniyet verici.

Gidişat...

Bu koşullar altındaki Irak Kürdistanı’nın Irak Merkezi Yönetiminden kopması, ayrılması ve bağımsız bir devlet ilanında bulunması fazla uzak görünmüyor.

Umarım Türkiye, vaktiyle yaptığı hatayı tekrarlamaz, böyle bir durum karşısında yine anlamsız ‘’kırmızı çizgiler’’ oluşturmaz ve hiç de mantıklı ve stratejik olmayan saçma bir direnç göstermez.

Türkiye bölgesinde ve dünya ölçeğinde büyüyecekse, bunu Türkiye’deki ve bölgedeki diğer Kürtlerle birlikte el birliği ve güç birliği oluşturarak yapabilir.

Tıpkı 1071’de Malazgirt’te
Tıpkı 1915’te Çanakkale’de yaptığı gibi.....

22 Kasım 2012
Twitter : @cngzkync

16 Kasım 2012

Anamın Dili


Kürt Sorunu çözümünde, terör örgütü ve beraberinde BDP, her ne kadar sürekli aynı şeyi yaparak başta Kürt ve diğer halkların doğal ve insani hakkı olan Ana Dillerinde Eğitim konusunu siyasi arguman olarak diline dolayıp suistimal etse de, bu hak tüm halklara, klasik bir söylemle ifade etmek gerekirse,  elbette analarının ak sütü kadar helal bir hak.

Ana Dilde Eğitim hakkının halklara iadesi ile ilgili olarak, ‘’hak mıdır ? değil midir’’ noktasındaki tartışmalar bir yandan halen devam etmekle birlikte, bu hakkın halklara iade edilmesine karşı çıkanların en önemli argumanlarının da yine ‘’bölünme korkusu’’ olarak tanımlanabilecek şizofrenik bir durum olduğunu gözlemliyorum.

Aynı şizofrenik durumu hatırlarsanız, Kürtçe Müzik yasağının kaldırılmasında, TRT ŞEŞ in yayına alınması öncesinde ve diğer bir çok kültürel insani hakkın halklara iadesi öncesinde de yoğun bir şekilde yaşamıştık.

Şimdi de Ana Dilinde Eğitim hakkını verirsek ülke bölünür korkusu aynı çevrelerce topluma pompalanmaya ve demokratik gelişim engellenmeye çalışılıyor.

Ana Dilde Eğitim yapan Ülkelerin bölünmediğini, daha da geliştiğini görmek için, gelin bu yazımda hep birlikte Ana Dilde Eğitim ile ilgili dünya geneli duruma şöyle bir bakalım ve Ana Dilinde Eğitim hakkına sahip oldukları için sözüm ona ‘’bölünmüş paramparça olmuş’’ hatta tanımlarken daha da ileri giderek‘’fakir ve geri kalmış’’  şu ülkelere bir göz atalım.

Kanada...

Kanada Federal yönetim sistemine sahip bir devlettir ve kantonlardan oluşur. On eyalet ve iki özerk bölgeden oluşmuştur. Kanada’nın resmi dili İngilizce olmakla beraber, güneydoğusundaki  Koopeck eyaletinde resmi dil Fransızcadır. Diğer eyaletlerde halkın taleplerine göre İngilizce veya Fransızca eğitim imkânı sağlanmaktadır. Her iki dilde de eğitim-öğretim yapılmaktadır.

Belçika...

Ülke sembolik olarak krallıktır. Genel meclis ve senatoya sahiptir. Yerel parlamentolar da vardır. Belçika Devleti  dokuz eyaletten oluşmaktadır. Her eyaletin dillerinin organizasyonu devlete aittir. Ülkede Flamanca, Fransızca ve Almanca olmak üzere üç ayrı dil konuşulmaktadır. Belçika’nın Brüksel bölgesi ki ülkenin yönetim merkezidir ve kullanılan diller Fransızca ve Flamancadır.

Devletin iki resmi dili bulunmaktadır ve bu diller Flamanca ve Fransızcadır. Belçika’da eğitim politikası ülkedeki dil farklılığına göre belirlenmektedir. Konuşulan dilde eğitim yapan okullar bulunmaktadır. Bu okullarda eğitim yöre halkının dilinde yapılmaktadır ve başka diller öğrencilere öğrenim amacıyla yabancı dil olarak verilmektedir.

İspanya...

İspanyada eğitim dili 1980 yılına kadar sadece İspanyolca olmuştur. 1982 yılında İspanyol parlamentosu bir karar alarak ülkeyi yeni bir idari sisteme göre bölgelere ayırmıştır. İspanya resmen krallık olmasına rağmen devletin siyasi örgütlenmesini  onyedi eyalet olarak şekillendirilmiştir.  

Yeni sistemle birlikte Bask bölgesi ayrı bir bölge olmuştur ve Bask dili bölgenin resmi ve eğitim dili olarak kabul edilmiştir. Bask bölgesindeki okullara Bask dilinde eğitim imkânı sağlanmıştır. Ülkede başlıca dört dil konuşulmaktadır ve bazı eyaletlerde yerel dil eyaletin resmi dili olarak kabul edilmektedir. Ancak devletin resmi dili her koşulda yine İspanyolcadır.

Norveç...

Norveç’te iki yerli halk bulunmaktadır. Bu halklar Norveçliler ve Sami’lerdir. Sami’ler ülkenin Kuzey bölgelerinde yoğun olarak yaşamalarına rağmen, aynı zamanda tıpkı ülkemizdeki Kürtler gibi çeşitli başka bölgelerine de dağılmış durumdadırlar. Sami halkı da Türkiye deki Kürt ve diğer halklar gibi uzunca bir süre kendi devletince baskı altına alınarak asimilasyon politikaları uygulanmış bir halktır. Örneğin Sami dilinin sınıflarda konuşulması yasaklanmıştır.

Norveç devletinin bu asimilasyon politikaları 30 yıl kadar sürmüştür. Bizim 12 Eylül 1980 darbesinin sıkıntılarını yaşadığımız 80 li yıllarda, Norveç Parlamentosu, Sami halkı için kendini Sami olarak tanımlayanlar tarafından seçilmiş bir konsey oluşturulmasına imkan sağlanmış ve bu konseyin Sami halkını ilgilendiren bütün konularda tavsiyede bulunma hakkı  olduğunu kabul etmiştir.

1985 de zorunlu eğitim için yeni bir ulusal müfredat programı kabul edilmiştir. Norveç’te Zorunlu Eğitimde Sami öğrencilere özel haklar verilmiştir. Ulusal müfredatta Sami öğrenciler için üç ders bulunmaktadır.

1- ) Sami anadilinin eğitimi,
2- ) Sami öğrenciler için, ikinci bir dil olarak Norveçce,
3- ) İkinci dil olarak Sami dili. Bu ders anadili Norveçce olan ancak Sami dilini İkinci dil olarak öğrenmek isteyenler içindir

Sami okullarında ki öğretmenlerin Sami dilini konuşma, Sami kültürünü bilme ve olumlu bir tavır içinde olma zorundalıkları bulunmaktadır. Bununla birlikte tarih, coğrafya ve kültür derslerinin içerikleri, Sami tarihi, Sami kültürü ve Sami yaşam tarzına uygun şekilde hazırlanmıştır.

İtalya...

Resmi belgeler İtalya da bazı bölgelerde iki dilde hazırlanmaktadır. Resmi belgeler bazı bölgelerde iki farklı dilde hazırlanmasıyla beraber her koşulda İtalyanca olan geçerli sayılmaktadır.

İtalya da anaokullarından başlamak üzere temel eğitimde İtalyanca ile beraber talebe göre diğer dillerin eğitim aracı olarak kullanılması mümkün kılınmıştır.

Danimarka...

Danimarka’da yaşayan Alman halkı aynen kendi ülkelerinde yaşadıkları gibi her türlü din, dil, eğitim ve kültür gibi haktan yararlanmalarının yanı sıra, eğitim için de Danimarka eğitim bütçesinden ödenek almaktadırlar.

Finlandiya...

Ana Dilde Eğitim konusunda çok fazla detay anlatmaya gerekmeyen bir ülke Finlandiya. Çünkü bu ülkede altı ayrı Ana Dilde Eğitim yapan okullar bulunmaktadır.

Avusturya...

Bu ülkeyi de çok detaylı anlatmaya pek gerek yok sanırım, Avusturya’da 1967 yılından bu yana okullarda ek anadil dersi verilmektedir.

Fransa...

Bir çok yasal düzenlemede örnek aldığımız ülke olan Fransa’da Fransızca dışındaki yerel diller, anaokullarından başlamak üzere üniversiteye kadar hem resmi, hem de özel okullarda sorunsuz engelsiz öğretilmektedir.

İsviçre...

Bu ülke Ana Dilde Eğitim sorununu aşmış örnek gösterilebilecek ülkelerin başında geliyor diyebiliriz. İsviçre vatandaşı olanlar, eğitim sistemleri sayesinde en az iki veya üç dil öğrenebilmektedir. Bu dillerin öğrenilmesinde ve öğretilmesinde sorun yaşamamaktadır.

İsviçre devleti yirmi üç eyaletten oluşan federal bir devlettir. İsviçre de eyaletlerde Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Roman dili konuşulmaktadır. Her eyalette eğitimde o eyaletin Ana Dili kullanılırken, diğer bir eyaletin dili de zorunlu seçmeli dil olarak eğitimde kullanılmaktadır. Bununla birlikte yaygın olarak İngilizce de eğitim kurumlarında öğretilmektedir.

Bolivya...

1994′de bir eğitim reformu yapmıştır. Bu reform ile Bolivya devleti ülkede İspanyolca’nın yanı sıra Bolivya’daki OTUZ yerel dilin bütün okullarda hem dil dersi, hem de öğretim dili olarak kullanılmasına olanak sağlamıştır

İsrail...

Ülke nüfusunun yüzde seksenikisi (%82) İbranice konuşmasına rağmen ülkede oturan yüzde onsekizlik (%18) Arap nüfusunun konuştuğu Arapça’ya özel bir statü tanınmış. Resmi dil İbranice ancak Arapça diline eğitim ve kültür alanları ile kamu alanlarında özel bir statü verilmiş. Araplar ilk ve orta öğretimde kendi Ana Dillerinde Eğitim alabiliyorlar ve ikinci dil olarak da İbranice’yi öğrenmek zorundalar.

Çin...

Ülkede çok sayıda farklı etnik grup ve yaklaşık 140 farklı dil konuşulmakta. Ülkenin çoğu Mandarini adında bir dil konuşmakta.

Ülkenin resmi dili Çince. 1984 yılında çıkardıkları bir yasayla bölgesel özerklikler verilmiş ve özerklik bölgelerinde dilin korunması ve geliştirilmesi gerektiği belirtilmiş. Özerk bölgeler, o bölgedeki eğitim dili hakkında karar alma yetkisine sahip kılınmış. Özerk bölgelerdeki öğrenciler kendi anadillerinin yanı sıra Çince’yi de öğrenmek zorunda.

Almanya...

Almanya’da bazı eyaletlerde ilkokuldan başlayarak haftada 3 ila 5 saat zorunlu anadili dersleri veriliyor. Almanya 1980′li yıllarda uyguladığı çocukların Almanca’yı iyi öğrenebilmeleri için anadillerinden yoksun bırakılmaları tezini artık terk etmiş.

Almanya  ‘’Ulusal Uyum Planı’’ adı altında çift dilli eğitimin gerekliliği yaklaşımı kabul edilmiş. Haftada iki saat Türk ve Alman öğretmenlerin bir arada girebilecekleri dersler düzenlenmiş ve her iki dilin de karşılaştırmalı öğretimi uygulanıyor.

Amerika Birleşik Devletleri...

Amerika’nın nüfusun yüzde yirmibeşi (%25) tarafından konuşulan İspanyolca dili, eğitimde ikinci dil olarak yer alıyor. Ana Dili İspanyolca olan çocuklara yönelik okullar bulunmakta. Öğrenciler eğitimlerini bir hafta İngilizce, bir hafta da İspanyolca olarak alabilmekte.

İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler... 

Bu üç bögede de Ana Dilinde Eğitim hakkı vardır. Bu hak bu bölgelere yetki devri ile özerklik tanıyan bir takım yasalarla tanınmış.

Eğitim alanında Gal ve İskoç dillerinin kullanılması düzenlenmiş, okul öncesi eğitim, ilköğretim, orta öğretim ve üniversite dönemlerinde Gal ve İskoç dillerinde eğitim kabul edilmiş, ayrıca bu dillerin okul dışı eğitimle öğrenilebilmesine de imkan tanınmış.

Gal ve İskoç dillerinin medyada, yargı kurumlarında, idari makamlarda ve kamu kurumlarınca kullanımı da düzenlenmiş. İrlanda dili de dahil olmak üzere her üç dilin de sadece özel alanda değil kamusal alanda da kullanımı serbest kılınmış.

Her üç dilin konuşulduğu bölgelerde bölgesel ve yerel yönetimlerde bu dillerdeki yer adlarının resmî dildeki adıyla birlikte kullanılması ve benimsenmesi kabul edilmiş.

Welhasılıkelam...

Başka ülkelerde Ana Dilde Eğitim yapılmadığını ve Ana Dilde Eğitim yapılırsa ülke bölünür diyenlere net olarak sözüm şudur ; Ana Dilde Eğitim, ülkeyi bölmez, tam tersine güçlendirir ve zenginleştirir. Ana Dilde Eğitim bir ülkeyi özgürleştirir ve demokrasiyi geliştirir.

Farklı ülkelerde farklı metodlarla Ana Dilinde Eğitim sorununun çözülmesi yukarıda anlatmaya çalıştığım örneklerdeki gibi ya da yeni ve karma bir modelle çözülebilir.

Ana Dilinde Eğitim meselesi esasen eğitim ve öğretimle alakalı bir konu olmasına rağmen, bu konuyu siyasi tartışmalar içinde ele almaktan tüm taraflar süratle vazgeçmelidir.

Bu konu insani ve doğal bir haktan ibarettir, ideolojik duruşların ve özellikle de toplumumuzda kaygı verici şekilde taraflarca yükseltilmekte olan milliyetçi söylem ve iddiaların ekseninden çıkarılmalıdır, siyasi meze yapılmamalıdır.

Hoş kalın... 

16 Kasım 2012
Twitter : @cngzkync

13 Kasım 2012

63. GÜN


Kürt Sorunu endeksli açlık grevleri, kim ne derse desin maalesef önemli bir hal aldı.

Bugün itibariyle altmışüç gündür devam eden ve her an bazı ölümlerin gerçekleşebileceği bir noktaya varıldı. 

Toplum, açlık grevleri konusunda da, bir çok diğer konu gibi yine kutuplaşmış durumda.

Bir kesim ; zaten terörist bu insanlar, ‘’ölürlerse ölsünler’’ bize ne modunda,

Bir başka kesim ; maharetmişcesine açlık grevindekileri ‘’destekleme’’ modunda,

Daha duyarlı diğer bir kesim ise bu grevlerin bitmesi yönünde insani ve demokratik çabalar içerisinde ve ‘’ölümler olmasın’’ derdinde.

İktidar adına Başbakan ise altmışüç güne ulaşan açlık grevini , önce yok diyerek görmezden gelip, sonrasında ise böyle bir grev var ama şov, blöf  ve şantaj yapıyorlar diyerek olabildiğince durumu küçümsedi ve önemsizleştirmeye çalışmakta.

Akit tarafından Başbakan’a hediye edilen bir de ‘’Kuzu Kebabı’’ söylemi var ki, açıkçası tam evlere şenlik.
Açlık grevlerinin başlama tarihi ile o yemeğin BDP li vekillerce yenildiği tarih arasında neredeyse  DOKSAN GÜN  var. BDP lileri böyle saçma ve basit bir ‘’kuzu kebabı’’ söylemiyle eleştirenler hiç mi kebap vs yemiyorlarmış o insanlar açlık grevindeyken ?

Nedir yani ? Bu ne basit bir yaklaşımdır ? Ayıp !...El İnsaf !

Neyse...

Umuyorum Başbakan’ın dediği doğrudur, insan hayatları tehlikede değildir ve söz konusu grev gerçekten bir şovdur. Ancak Adalet Bakanının grevdekilerle ilgili değişik zamanlarda yaptığı sayısal bilgilendirmeleri ve açıklamaları dikkate alırsak, devam eden bir açlık grevi söz konusu.

Ha bir de abuk subuk ve yersiz bir açlık grevi mi denmeli yoksa  ölüm orucu mu tartışması da bir yandan hararetle tartışılmaya devam ediyor. Oysa altmışüçüncü güne gelinen bu eylemde, bilinen şu ki ellinci günden itibaren bir açlık grevi zaten insan bedenini ölüme götürebiliyor.

Halen devam eden Açlık Grevleri aslına bakarsanız çok boyutlu bir tartışma konusu.

İnsani boyutu var,
Ahlaki boyutu var,
Siyasi boyutu var,

Grevdekiler Ne istiyor ?

Talepler şöyle ...

1-) Ana Dilde Savunma Hakkı...
Bunun gerçekleşeceği, bu hakkın iade edileceği iktidar tarafından eylemlerden bağımsız olarak hali hazırda zaten taahhüt edilmiş durumda. Dolayısıyla bu talep maddesi ile ilgili sorun zaten fiilen ortadan kalkmış durumda. Hatta ben bu yazımı yazdığım saatlerde bu hakla ilgili düzenlemenin TBMM de görüşülmesi söz konusu, belki de siz bu yazıyı okudugunuz sırada bu düzenleme yapılmış olacak.

2-) Öcalan ın avukatlarıyla görüşebilmesi talebi ve bu anlamdaki ‘’tecritin’’ kalkması...
Yetkililer, Öcalan’ın avukatları örgütsel talimat taşıyor gerekçesiyle buna müsade etmiyor, ancak Öcalan’ın ailesi ile görüşmesine bir engel yok... Bu anlamda Öcalan’ın durumunun tam da bir tecrit olduğu söylenemez.
Normalde Öcalan’ın AİHM devam eden davası olduğundan avukatlarıyla görüşmesi doğal ancak yetkililer Öcalan ve avukatlarının bu görüşmeleri ‘’örgütsel talimat mekanizmasına’’ dönüştürdüğünü ifade ediyor ve avukatlarıyla görüşmesine müsade etmiyor.

Ayrıca Öcalan’ın lideri olduğu örgüt, ailesinin kendisi ile görüşmesini de nedense istemiyor ve açıkça engelliyor. Hatırlarsanız son dönemde kardeşleri Öcalan ile bir kez görüşebildi ve diğer bir görüşme talebini ise örgütün lideri bizzat reddetti.

Bu çelişkili durum ‘’görüşme’’ serbestisinin kullanımı yönünde bir kilitlenmeye yol açmış durumda. Bu kilitlenmenin mutlaka aşılması gerekiyor.

Avukatlarla görüşmeyi, örgüte talimat akışını engellemek için yasaklamanın çok efektif bir karar olduğunu düşünmüyorum. Bu görüşme yasağı kaldırılmalı ve Öcalan’ın avukatlarıyla görüşme hakkı iade edilmelidir.

Ya hu zaten bir yerlere talimat yollamak isteyen, o talimatları kardeşiyle de yollar bir başka yakını vasıtasıyla da, dolayısıyla bu yasaklama hiç yerinde ve anlamlı değil ki.

3-) Ana Dilde Eğitim talebi...

Evet bu talep tüm halklar için doğru bir talep ve haktır.

Bu taleple ilgili olarak kabine üyelerinden Burhan Kuzu’nun ‘’böyle bir talebe evet demek şeytana uymaktır’’ yönünde talihsiz açıklamaları var. Üstelik ‘’Başbakan da benim gibi düşünüyor’’ diyerek. Bu söylemlerin ortamı daha da gerdiğini, hele de açlık grevlerinin devam ettiği bir ortamda son derece yanlış olduğu kanaatindeyim.

Ancak şunu da hemen belirtmek isterim, her ne kadar ana dilde eğitim talebi insanlarının analarının ak sütü gibi onlara helal ve hak ise de şahsen ben bu ve diğer taleplerin açlık grevi yöntemiyle elde edilmeye çalışılmasını hiç doğru bir yöntem olarak görmüyorum.

Her şeye rağmen ülkede bu tip talepleri devletten talep için siyaset yolunun halen açık olduğunu görmek gerekir .

Toplumu oluşturan halkların tüm kesimlerinin, tüm zorluklara ve engellemelere rağmen, sivil siyaset yolunu kullanmasının en doğru yol ve yöntem olduğu kanaatindeyim.

Çözüm İçin ...

1-) İvedilikle insani girişim ve söylemler öne çıkarılıp açlık grevleri fiilen sona erdirilmelidir.
2-) Öncelikle ölümler engellenmeli, sonra taleplerle ilgili tartışma ve diyalog ortamı sağlanmalıdır.
3-) Kürt Siyasetçi ve aydınlar eylemin sona erdirilmesi için çok daha aktif rol almalıdır.
4-) Ahlaki duruş olarak, açlık grevini yok sayma ve küçümseme tavrından kesinlikle vazgeçilmelidir.
5-)  İnsani duruş olarak herkes grevin durması yönünde çaba sarf etmelidir.
6-) Siyasi duruş olarak taleplerin çözümünün bir süreç gerektirdiği taraflarca anlaşılmalıdır.
7-) Açlık grevi krizi, tarafları gererek değil konuyla ilgili diyalog ortamı yaratılarak aşılabilir.
8-) Olası bir ölümün örgüt tabanını daha da güçlendireceği unutulmamalıdır.
9-) Olası bir ölümün iktidarı da ciddi anlamda bir sorumlulukla başbaşa bırakacağı bilinmelidir.
10-)Kürt siyasi hareketi şiddeti bir yöntem olarak benimsemekten vazgeçmelidir.
11-)Örgüt bedenleri can ve kurşun haline getirme politikasından vazgeçmelidir
12-)Grevin ne mahkum hakları ile ilgili ne de hapishane koşulları ile ilgisi bulunmamaktadır.
13-)Örgüt açlık grevi ile mağduriyet üreterek siyasi kazanç sağlama eğiliminden vazgeçmelidir.
14-)Örgüt bu metodla ana dilde eğitim ve tecrit konusunda bir netice elde edemeyeceğini bildiği halde, mensuplarını ölüme yatırması insani ve vicdani değildir. Bundan vazgeçmelidir.
15-)Grevdeki insanlar zorla da olsa gönüllü de olsa açlık grevi yapmaktadırlar ve ne yazık ki ya sakat kalacak ya da vefat edeceklerdir, insani açıdan greve duyarlılık gösterilmelidir.

Birileri...

Oh canıma minnet, zaten onlar terörist ve zaten de Kürt, ölürlerse ölsünler banane diyebilme haysiyetsizliğini gösterse de, ve hatta birileri bir şekilde devam eden bu açlık grevini küçümseyen, yok sayan tavırlar içinde olsa da....

Ben hala bu ülkede insanlığın ölmediğini düşünenlerdenim....

Emin değilim ama belki bu dramı siyasetçisiyle, akademisyeniyle, sanatçısıyla hangi siyasi görüşte olursa olsun Kürtlerden oluşturulabilecek bir akil insan grubu da bitirebilir.

Kendimce ölümler olmasın diye çözüm aradım köşemde...

Belki sesimi duyan vardır...

Hoş kalın... 

13 Kasım 2012
Twitter : @cngzkync

2 Kasım 2012

N'apmalı ?


Önceki iki yazımda terör örgütünün yeni eylem biçiminden hareketle Jitemvari dönüşümü dolayısıyla JKK olarak adlandırılabileceğinden bahsetmiş, bu değişime dikkat çekmiş, ‘’N’oluyor ?’’ başlıklı bir önceki yazımda ise terör örgütünün kısa bir özgeçmişini aktarmaya çalışarak, Kürt ve Türk Halkı Ne İstiyor, Terör Örgütü Ne İstiyor  ve Ne Yapmalı sorularını sormuştum.

Önceki son iki yazıma aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz, bugünkü yazımı okumadan önce okumadı iseniz, değerli vaktinizi ayırıp okumanızda fayda görüyorum.

N’oluyor ?             : http://www.haberx.com/noluyor_(19,w,12107,136).aspx

Şimdi izninizle bir önceki yazımdaki sorularıma dair düşüncelerimi sizlerle paylaşayım.  

Aslında her bir soru uzun uzun anlatılmayı ve belki onlarca madde ile açıklanmayı gerektiriyor.  Bu metodla bu sorular bir çok kişi tarafından şimdiye kadar defalarca cevaplandırıldı ve hala da cevaplandırılmaya ve içeriği bir şekilde doldurulmaya çalışılıyor...

Ben tüm bunları adeta bir derleme yapar gibi burada yeniden önünüze koymak niyetinde değilim.
Birileri çıkıp, Ya Hu kardeşim sen Halklar adına konuşma yetkisini nereden buluyorsun ve bu kanatlere nereden ? nasıl ? varıyorsun da diyebilecektir elbette..

Açıkçası bu tepkiler de hiç umurumda değil...

Elbette yorum ve ifadelerimin halkların yada soruya konu olan çevrelerin tamamının fikriyatını yansıttığı iddiasında da değilim...

Ancak genel ve ortak kanaatin, netice itibariyle her kesim için böyle olduğunu gözlemliyorum...
Ne mi diyeceğim ? 

Lafı dolandırmadan sadede geleceğim...

Neden mi ?

Çünkü her gün sadece ölüyoruz !

Çünkü artık sadede gelmeliyiz ! 

Kürtler ve Türkler Ne istiyor ?...

Sadece Kürtler ve Türkler değil, aslına bakarsanız Türkiye de yaşayan tüm halkların çoğunluğunun nihai istekleri ve dilekleri aynı.

Ülkede yaşayan tüm halklar, vatan bildiği ve yaşadığı ülke topraklarında, barış içinde mutlu ve huzurlu bir şekilde, temel insan hak ve özgürlüklerine eksiksiz sahip olarak, varlıklarını ve kültürlerini özgürce yaşayıp yaşatabilecek şekilde, kimsenin diğerine üstünlük taslamadığı ve üstün sayılmadığı bir ortamda, bütün bu koşulların da sivil iradeyle hazırlanmış bir anayasa ile korunarak teminat altına alındığı bir düzende, özgür ve eşit vatandaşlar olarak yaşamak istiyorlar.

Terör Örgütü Ne İstiyor ?...

Örgütsel varlığının devamı için kesintisiz savaşarak, sonunda kendisinin kendi siyasi ideolojisine paralel yönetebileceği  bir toprak elde etmek . Evet doğru okudunuz terör örgütünün nihai hedefi bir toprak parçasına sahip olmak.  Netice itibariyle terör örgütünün yüzyıllar boyunca dağda ve sürekli savaş halinde, ölerek öldürerek yaşamayı hedeflediklerini düşünmek apaçık safdillik olur.

N’apmalı ?...

Dedim ya lafı dolandırmaya gerek yok...

Açıklıkla hemen ifade edeyim...

Öncelikle Kürtler ve Türkler ne istiyor başlığı altında ifade ettiğim ve aslen ülkede yaşayan tüm halkları kapsayan ortak bir sorun olan, birinin diğerine göre eksik kalmış, evrensel ve insani tüm temel haklar verilmeli, ülkede yaşayan tüm halkları kapsayacak şekilde bunu süratle sağlamalı ve halklar arasındaki eşitsizlikler, yukarıda sözünü ettiğim çerçevede sivil bir anayasa ile de teminat ve koruma altına alarak süratle giderilmelidir.

Bunları kompleksiz ve önyargısız olarak başarabilecek bir Türkiye’nin önünde, daha müreffeh ve demokratik bir ülke olabilme yolunda sorun olarak geriye sadece argumanları zayıflamış bir terör örgütü kalacaktır.
Siyasi anlamda argumanları elinden alınmış bir terör örgütü ile mücadele etmek çok daha kolay olacaktır.

Ülkenin gelişim süreci önünde koca bir engel olarak duran Kürt Sorunu aslına bakarsanız genel olarak bir anlamda ülkenin kuruluşundan bugüne halen olgunlaşamamış, ne yazık ki tam gelişememiş demokrasisinin, yani kısaca ‘’demokratikleşme sorunu’’ nun da doğal bir sonucudur.

Evet ne demiştik ?

Terör örgütünün nihai hedef olarak, tabiri caizse buz gibi bir toprak talebi var...

E bu sorunu nasıl halledebilirz ?

Halledebilir miyiz ?

Bence demokrasi sorunlarını yukarıda bahsettiğimiz seviyede büyük ölçüde halletmiş ve buna paralel olarak ekonomik anlamda daha çok güçlenmiş bir Türkiye bu sorunu da halledebilir...

Nasıl mı ?

Bu sorununun çözümüne dair ne yapabiliriz noktasındaki düşüncelerimi de bir sonraki buluşmamızda paylaşayım...

Nasipse yeniden buluşmak üzere....

Hoş kalın... 

02 Kasım 2012
Twitter : @cngzkync

29 Eylül 2012

N'oluyor


Bir önceki yazımda terör örgütünün eylem şekilllerinde bir takım yeni yöntemlerin söz konusu olduğundan bahsetmiş ve terör örgütünün yeni halini tanımlamaya çalışarak yeni adının jitemvari saldırı biçimleri dolayısıyla JKK olmasının daha anlamlı olacağı şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştum.

Yazımın yayınlanmasından iki gün sonra benzer tespitlerin Taraf gazetesi manşetinde de yer alması ve bazı köşe yazarlarının ve terör konusu akademik uzmanlık alanı olan yorumcuların da terör örgütünün yeni bir tarz uyguladığına dikkat çekmesi , sizlerle paylaştığım değerlendirmelerimin bir anlamda doğrulanması olarak görüyorum.

Peki N’oluyor....

Evet ‘’N’oluyor’’ ve örgüt bu eylemsellik biçimiyle nereye varmak istiyor ?

Bir yandan Devrimci Halk Savaşı Stratejisini Silvan, Şemdinli ve Hakkari de hayata geçirmeye çalışan örgüt, neden bir yandan da bu tarz jitemvari infaz eylemleri yapıyor ?

Bana kalırsa bu iki farklı eylem biçimi terör örgütünün iki farklı yönetim ve emir komuta altında faaliyetlerini sürdürmekte olduğunun da bir işareti.

Nitekim Abdullah Öcalan yaptığı son açıklamada örgütün adeta kontrol dışı olduğunu ifade etti.
Bu ifade Cemil Bayık-Duran Kalkan’ın hakimiyetinde olan Kandil grubu ile Bahoz Erdal yani Suriyeli grubun birbirinden bağımsız eylemlerde bulunmakta olduklarının da bir çeşit teyidi gibi okunabilir.

Örgütün özgeçmişi...

‘’N’oluyor’’ sorusunu kısaca cevaplandırmaya çalıştıktan sonra birazdan yine sorup cevaplamaya çalışacağım, ‘’Ne olacak’’ sorusunu cevaplandırmaya çalışmadan önce bahsini yaptıımız terör örgütünü biraz daha iyi tanımakta ve bazı hususları sizlerle birlikte hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.

Örgütün eski devletin, derin elleri tarafından seksen ihtilalinin öncesi yıllarda bizzat devlet imkanları adeta örgüt lehine kullanılarak 1984 yıllına kadar korunup kollandığını ve Doğu-Güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere silahsız yani sivil siyaset yolu ile demokrasi ve hak mücadelesi yapan Kürt siyasi gruplarının ve liderlerinin bu örgüt eliyle imha edildiğini hatırlamak gerekir.

Bu durumun 12 Eylül darbesi sonrası Özal’lı dönemin hemen başlarında 1984 yılında Eruh saldırısı ile boyut değiştirdiğini tespit etmek de gerekir.

Bu yeni boyuta geçen örgütün her ne kadar ülke içindeki derin eller ile dirsek teması devam ediyor olsa da 1984 sonrasında, artık özellikle global aktörlerle de dirsek temasına geçtiğini görmekteyiz.

Hal böyle olunca örgütün kendsini kuran ve yöneten elin kontrolünden elbette uzaklaştığı da ayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

1984 sonrasında bir yandan örgütün sürekli öldürerek yarattığı travmalar ve buna paralel olarak hükümetlerin de kimi zaman çaresizlik, kimi zaman basiretsizlik, kimi zaman da beceriksizlik ve gerekli doğru politikaları üretememeleri nedeniyle, OHAL, Sıkıyönetim ve Jitem gibi halkların asıl ihtiyacı olan demokratikleşmeleri,  ister istemez askıya alan ve sadece güvenlikçi tedbirler ile bölgedeki sorunları halletme yoluna gittiği yanlış politikalar sonucu, ne yazık ki örgütün Kürt halkının genelinden olmasa da, yine de bir kısmından kendince bir taban bulduğunu görmekteyiz.

Örgütün verdiği insan kayıplarının, örgütün yıllar içinde, ki bu neredeyse üç kuşaktır devam eden bir süreçtir, örgüt açısından kendine göre bir siyasal hikayeye dönüştüğünü görüyoruz.

Sadece örgütün yıllar içinde çatışmalar neticisinde verdiği can kayıplarının yol açtığı potansiyel ile oluşan destek tabanı bile, aile bazında onbinlerle ifade edilebilecek durumda.

Ölümlerin oluşturduğu bu ‘’doğal’’ tabana, örgütün yıllar içinde oluşan hikayesine ve bunu sözde bir dava olarak halka anlatarak oluşturduğu diğer bir potansiyel taban eklenmesi de söz konusu.

Bu, ‘’yıllar’’ içinde oluşan örgütün siyasal hikayesi , yada örgüt açısından ifade ile ‘’davası’’ bugün dahi hala bir kısım Kürt gençlerinin dağa çıkışlarını sağlayan belki de en önemli motivasyon araçlarının başında yer alıyor..

Terör Örgütü Ne İstiyor ?...
Kürt Halkı Ne istiyor ?...
Peki N’olacak ?...
N’apmalı ?... 

Bu soru başlıkların dair değerlendirmelerimi, daha fazla vaktinizi almamak adına izninizle bir sonraki yazımda paylaşmak istiyorum..

Bir sonraki yazımda buluşmak üzere barış ve sağlıkla

Hoş kalın... 

29 Eylül 2012
Twitter : @cngzkync

18 Eylül 2012

Yalnızlık


Birşeyler oluyor...

Bölgesinde ve yakın coğrafyalarda, özellikle de Müslüman halkın yoğun yaşadığı ülkelere ‘’rol model’’ iddiasındaki ülkem giderek yalnızlaşıyor.

Avrupa...

Avrupa desen, zaten Başbakanın Bosna-Hersek gezisindeki bir konuşmasında üzülerek izlediğim ve alaylı bir dille ifade ettiği gibi 30 yıldır kapısından içeri almıyor...

Bu durum bir başkasına komik gelebilir belki ama bu konuda birinci derecede sorumluluğu olanların bu gülüşü içler acısıydı...

İktidarın ilk yıllarında ciddiyetle ele alınan Avrupa Birliği adeta kendi haline terk edilmiş durumda, ilgili bakanlık ise Turizm Bakanlığı’nın junior bakanlığı modunda varlığını sürdürüyor...

Anlayacağınız ‘’tık’’ yok...

Ortadoğu...

Ortadoğu desen, bahar mı darbe mi, yoksa devrim mi, ne olduğu pek de belli olmayan adeta darbeye devşirilmiş devrimler yaşayan bir bölge ve Türkiye nin bölge ile ilişkileri ‘’duygusal’’ slogan ve bir takım klasik retoriklerden öteye değil...

Bölgedeki yeni oluşumlarda pozisyon alma vesonuç itibariyle oluşan yeni pazarlarda Türkiye’nin eskiye oranla ne kadar aktif olduğu ortada..

Kaybedilmiş pazarlar söz konusu...

Sadece ekonomik değil elbette kaybedilenler...

Ortadoğu'da zamanla bir itibar kaybı da söz konusu olacak...

Belki de bizim için en önemlisi bu ‘’itibar’’ kaybı olur...

Bu bölge zaten hiç durmadan kaynayan bir kazandı ve bu kazana da kendimizi yine ‘’duygusal’’ söylemlerle atıverdik...

Yılların Filistin meselesini Gazze lokaline indirgedik ve insani yardım şu bu derken, politik ve siyasi çözümler yerine gemiler kaldırarak abluka delmeye çalıştık...

Hesapsız zamansız ‘’projelere’’ kalkışarak adeta ateşe atladık...

Canlar verdik ve yeni sorunlar kazandık...

Mesele vatan toprağı dışında, yardım şu bu adı her neyse bir kaş yapmaya çalışırken, bunu göz çıkarmadan başarabilmek...

Sonuç itibariyle ne mi kazandık...

Bölgedeki stratejik müttefik olan İsrail ile tabire caizse ‘’papaz’’ olduk...

Kazandığımız bu...

İyi mi oldu...

Hayır ülkenin ‘’çıkarları’’ adına hiç iyi olmadı...

Nerden mi belli ?

En basiti, bölgemizde tırmanan teröre bakın anlarsınız...

Netice itibariyle şimdi bir ayağımız Ortadoğu’nun kaynayan kazanının da içinde...

Her şey ortada....

Ortadoğu’da da bir kazanç söz konusu değil...

Üstelik külliyen zarar söz konusu

Komşular...

Komşulardan isterseniz hiç bahsetmeyelim....

Bana bir tane sorunsuz olduğumuz yada düşman bellemediğimiz ülke gösterin eywallah diyeyim...

Yok işte yok...

Suriye yi takmışız kafaya illa da adı Esed/Esad her neyse iktidarını yıkacağız...

Ya sonra ne olacak ?

Türkiye den bir vatanperver milletvekilini mi atayacaksınız oraya ?

Yeni gelecek olanın Rusya nın Çin’in ve İran’ın kabul etmeyeceği biri olacağını mı sanıyorsunuz ?

Tamam orda eziyet gören insanlara aç kapını gelsinler, insanlığını göster elbet...

Gerisi o ülkenin kendi vatandaşlarının çözmesi gereken, çözemiyorsa da Birleşmiş Milletlerin vs çözmesi gereken bir durum değil mi ?

Kendi sorunlarımızı hallettik çözdük de sıra oraya mı geldi ?

Hayır çözmedik ve üstelik başımızdaki terör belasına yeni sponsorlar yarattık...

Bırakın Allahınızı severseniz bu maceraları...

Allah aşkına harcamayın ülkemin kaynaklarını ve enerjilerini  boş yere....

Zamansız ve hazırlıksız, güçsüz ve yeterince kudretsizken ‘’tatlı hayaller’’ kurmanın zamanı mı ?

Erken öten horoz olmak bu ülkenin halklarına yakışıyor mu ?

Elbette yakışmıyor...

Elbette mübah değil...


18 Eylül 2012
Twitter : @cngzkync

10 Eylül 2012

Umuda Yolculuk


Hallerinden şikayetçi, mutsuz ama her şeye rağmen ümitvar insanların umuda yolculuğu...

Belki de ellerindeki avuçlarındaki son kaynakları da bu yolculuğa çıkabilmek için harcayan insanların dramı...

En son Foça da yaşanılan ve onlarca ‘’umut yolcusu’’ nun vicdanları sızlatan trajedileri ve ne yazık ki feci şekilde son bulan umutlar, hayaller ve hayatlar...

Giden gittikten sonra, tekne neden battının sebeplerini  bulsak ne yazar, bulup suçluları tespit edip cezalandırsak ne yazar ?

Çok aramaya da gerek var mı ? Bu tip dramların suçlusu hepimiz değilmiyiz ? İnsanlık tarafından oluşturulmuş düzenlerdeki adaletsizlikler değil mi?

Aklıma Merhum Erbakan geldi bir an, o da ‘’Adil Düzen’’ deyip durmuştu yıllarca ancak bu söylemi maalesef sadece bir ütopya olarak kalmıştı. İyi şeyleri tıpkı Merhum Erbakan gibi iyi niyetle hayal de etmek lazım elbet ki, bir gün gerçekleşme ihtimalleri olsun hiç değilse...

Bu hayali dağarcığımıza kattığı için, her ne kadar sağlığında yürüttüğü siyaseti ile paralel düşüncelere sahip olmasamda, hazır kendisinden söz etmişken, merhumu bir kez daha saygı ve rahmetle anıyorum...
------------------
Yıl 2002 Aylardan Kasım.....

Hallerinden şikayetçi, mutsuz ama tüm yorgunluğuna rağmen ümitlerini var etmeyi becerebilmiş ülke vatandaşlarının %34 ü ellerindeki ‘’oy’’ sermayesini kullanarak ‘’umuda yolculuk’’ adına limanda duran yelkenli gemilerden adı  Ak Parti olana biner...

Aynı vatandaşların %19 u ise limandaki CHP adlı yelkenli gemiye ve geriye kalan diğer vatandaşlar da gemiden çok fiziken birer yelkenli gezi teknesi büyüklüğündeki başka bazı teknelere biner....

Aslen aynı dağın denizin yeli ile yola çıkan teknelerden Ak Parti , CHP, MHP ve BDP adlı gemiler hariç bir çoğundan zaman içinde haber alınamaz...

Yıl 2007 Aylardan Temmuz...

Batmadan fora yelken ‘’umuda yolculuk’’ yapmaya devam eden bu dört gemi, batan teknelerden geriye kalan ve denizde çırpınıp duran ‘’umut yolcuları’’ nı da adeta denizden toplayarak adı ‘’umut’’ olan yolculuğa devam ederler...

Öyle ya aynı dağın ve denizin yeli ile giden bu yelkenli gemiler adı ‘’umut’’ olan aynı yolun yolcusudurlar....
Denizde kurtarılmayı ve ‘’umut yolculuğu’’ na devam etmeyi bekleyenlerin  büyük çoğunluğunu Ak Parti gemisi denizden toparlar...

Öyle ki.. %49-50 ye varmıştır gemisindeki yolcuların  tüm yolculara oranı...
Yol çetin ve meşakkatlidir, hava bozar sık sık...

Balyoz, Ayışığı, Eldiven gibi adlarla anılan fırtınalar çıkar yolda ancak ağır kayıplar vermeden atlatılır genelde bu fırtınalar...

Gemiler arasında hatırı sayılır bir muhalefet pek yoktur ancak, yukarıdaki paragrafta adlarını vererek bahsettiğim  Hava Muhalefetleri  diğer beklenilen ancak olmayan muhalefetten daha beterdir çoğu zaman...

Fırtınalar yetmezmiş gibi, bir de adı Ergenekon adlı korsan gemisi ile karşılaşır ‘’umut yolcuları’’...
Hakkını vermek gerekir Korsan Gemisi ile en ciddi savaşı Ak Parti adlı gemidekiler verirken, CHP adlı gemidekilerin hedefe daha önce varabilmek adına olsa gerek Korsan Gemisi Ergenekon ‘a diğer gemilerle birlikte gizliden gizliye destek oldukları görülür..

Yolculuk uzundur...

Umutsuzluğa kapılanlar yorulanlar ve dahi kaptanına güvenini yitirenler olur...

Mesela kimi tayfalar kendi gemilerinden ayrılarak, kendilerini daha hızla hedefe ulaştıracaklarını sandıkları Ergenekon Gemisi ‘nde kaçak olarak devam etmeye kalkışırlar...

Ergenekon Gemisinde o kadar çok kaçak yolcu vardır ki yeni gelene pek yer yoktur, çareyi ülke adını taşıyan bir ‘’filika’’ ile ana gemiye bağlanarak yol almakta bulurlar...

Ancak Ergenekon Gemisi nin kaptanı onları gemiye almak için değil, sadece ilk bindikleri gemiden ayrılmalarını sağlamak için ‘’gel’’ diyerek kucak açmıştır onlara..

Gün gelir ve ülke adını taşıyan filikada yelkensiz yolculuk yapanlar, Ergenekon Gemisinin kaptanı tarafından, bindikleri filikayı Ergenekon Gemisi’ne bağlayan halatın gemi kaptanı tarafından çözülmesi sonucu, filika daki kaçak yolcu ‘’güvendiği dağlara kar yağmış’’ misali ıssız denizin orta yerinde bir başına kalır...

Durumu acıklıdır...

Yıl 2012 Aylardan Eylül Gün Bugün...  

Fırtınalar yaşanmış halen de yaşanılmaktadır...

Ak Parti %49-50 lik rüzgarın gücüyle tam yol hızla devam etmektedir...

Ancak yaşanılan fırtınalar Ak Parti Gemsinin kaptanını oldukça yormuştur...

Üstelik gemi de limandan ilk çıktığı günkü gibi bakımlı ve hasarsız değildir....

Yelkenlerinde yırtıklar gövdesinde her an geminin su almasını sağlayabilecek Uludere, Uçak, Yeni Anayasa, Avrupa Birliği, Terör ve Kürt Sorunu gibi yaralar bulunmaktadır....

Zaman içinde her ne hikmetse yeni ve dinamik ‘’umut yolcularından’’ takviye edilmemiş ve değiştirlmemiş mevcut eski tayfa, kaptanın arzu ettiği gibi hizmet vermemektedir...

Yorgun kaptan tayfasından da alamadığı yeterli tayfalık sebebiyle gemisinin dümenini tam anlamıyla kontrol edememekte ve demokrat  rotadan sapmaktadır...

İşin kötüsü ‘’umut yolcularının’’ şu an için ‘’umuda yolculuğu’’ nun kaldıkları yerden devam etmesini sağlayacak alternatif başka bir gemi de bulunmamaktadır...

Besbelli  Ak Parti Gemisinin 30 Eylül Liman Ziyareti, geminin hemen kızağa alınıp gerekli tüm tadilatlarının yapılması ve tayfasının yenilenmesi için bulunmaz bir fırsattır...

Bu fırsat iyi değerlendirilmezse ne mi olabilir ?

Unutmamalı ki...

Ak Parti’nin ''umuda yolculuk'' gemisinin ambarında, tıpkı  Foça’da batan gemideki gibi soğuktan fırtınadan üşümesinler diye kilitli duran ''Milli Görüşçüler'' adında kaptanın özel ‘’muhafazakar’’  yolcuları var...  

Ak Parti’nin ''umuda yolculuk'' gemisinin kaptan köşkünde, gemiye sonradan alınan ''Milliyetçiler'' adında, kaptanın denizden ‘’toplama’’ özel yolcuları var...  

Ak Parti’nin ''umuda yolculuk'' gemisinin güvertesinde, tıpkı  Foça’da batan gemideki gibi yolculuk yapan, nasıl olsa onlar üşümez diye düşünülen ve herhangi bir durumda sağ kalmaları daha muhtemel kimi solak kimi sağlak ''Demokratlar ve Liberaller'' adında kaptana güvenip Ak Parti Gemisine binen özel yolcuları da var...

Allah Muhafaza...

Ya bu fırsat iyi değerlendirilemeyip bunca kıymetli ‘’umut yolcusu’’ ile Ak Parti Gemisi , Foça’da batan gemi gibi kayalıklara çarparsa ?!

Ya Batarsa ?!

10 Eylül 2012
Twitter : @cngzkync